Paylaş
Soruya bir de “Mahkemeler” sözcüğünü eklerseniz, zaten halkın oyuyla seçilip geldiği halde neden yürütme işleri için bir de yasamanın, yargının onayına ihtiyaç duyması gerektiğini sorgulayan çok sayıda dünya liderinin hissine tercüman olabilirsiniz.
Babası Haydar Aliyev’in 2003’teki vefatı ardından ülkesini zaten gönlünce yöneten Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, tam da Türkiye’deki 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ardından cumhurbaşkanlığı yetkilerini arttırmak için bir adım attı. 26 Temmuz’da Anayasanın 29 maddesini değiştirmek üzere referandum ilan etti.
Bu referandumda seçilme yaşının 18’e düşürülmesi gibi popülist değişikliklerin yanı sıra Meclis’in bazı yetkilerinin cumhurbaşkanına devredilmesini öngören maddeler de vardı. Referandumun amacı Azerbaycan’ın daha güçlü ve istikrarlı olmasıyla açıklandı.
Referandum –bazı muhaliflerin tutuklandığı bir sürecin ardından- 26 Eylül 2016’da yüzde 70 katılımla yapıldı. Azeri kardeşlerimiz her maddenin tek tek oylandığı referandumda yüzde 90-95 arası destekle maddeleri kabul etti.
Kabul edilen değişikliklerden birisi de Cumhurbaşkanına “Birinci Yardımcı” atama yetkisi tanınmasıydı. Biraz Sovyet dönemini ve Orta Doğu’daki Baas hükümetlerini anımsatan “Birinci Yardımcı”, seçilmiş başbakandan daha geniş yetkilerle ülkesinin iki numaralı ismi olacaktı.
Aliyev dün, 21 Şubat’ta –zaten milletvekili de olan- eşi Mehriban Aliyeva’yı Birinci Başkan Yardımcısı atadı.
Babadan oğula seçim yoluyla cumhurbaşkanlığı böylece iki numaralı ismin de aileden gelmesiyle Azerilerin Beyaz Saray’a atfen “Ak Ev” dedikleri başkanlık konutunda yoğunlaşmış oldu.
Hatırlayacaksınız, bir süre önce Türkiye’deki anayasa değişikliği konusunda, zaten başbakanlığın kalmayacağı sistemde Cumhurbaşkanı Yardımcısı ataması üzerine bir tartışma yaşanmış, bunun üzerine maddede kimin hangi koşullarda cumhurbaşkanı yardımcısı olarak atanabileceği üzerine bazı kısıtlamalar getirilmişti; 16 Nisan’da onu da oylayacağız.
Tabii Azerbaycan başka, Türkiye başka ama siz yine de buna “İki devlet bir millet” sloganı uyarınca “Türk tipi cumhurbaşkanlığı” demeden önce yazının sonuna dek okumanızı öneririm.
Çünkü 17-19 Şubat’ta yapılan Münih Güvenlik Konferansı 2017 raporunda yer alan bilgilere göre dünya çapında güçlü liderliklerin parlamenter demokrasilere tercih edilmeye başladığı bir eğilim yükseliyor.
Bu tür eğilimler her iki dünya savaşı öncesi de yükselmiş ama şimdi konumuz o değil.
Neticede Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da, ABD Başkanı Donald Trump da, Güney Afrika Cumhurbaşkanı Jacob Zuma da, Almanya Şansölyesi Angela Merkel de sandıktan çıkan liderler.
Münih raporunda yer verilen Stokholm merkezli Dünya Değerler Araştırması (World Values Survey) kuruluşunun çalışmasında basit ama zor bir soruya verilen yanıtlar karşılaştırılmış.
Karşılaştırma, seçilmiş parlamentoları olan ülke vatandaşlarına biri 1995-97, diğeri 2010-2014 dönemlerinde sorulan o aynı soru üzerinden yapılmış.
Soru şu: Meclis ve seçimlerle uğraşmak zorunda kalmamak güçlü bir liderin ülkeyi yönetmesi için iyi bir yol mudur?
Cevaplar özgürlükçü demokrasi yanlıları için hiç de iç açıcı değil.
Şöyle söyleyeyim, ülkeler arasında hala özgürlükçü demokrasiye en çok sahip çıkan Almanya, ama onda bile bu soruya “Evet” diyenlerin sayısı yüzde 15 civarından 20’ye yükselmiş.
Liderimiz Meclisle vakit kaybetmese de olur diyenler arasında başı, bir önceki dönemde bu soruya verdikleri “Evet” cevabını yüzde 45’ten yüzde 70’e çıkarak Hindistan vatandaşları çekmiş. 2014 yılında yapılan seçimleri sağ kanat bir Hindu milliyetçisi olan Narendra Modi’nin kazanması tesadüf olmamış yani.
Rusya da bu oran 40 küsurdan yüzde 65’e yükselmiş aynı dönemde.
Türkiye listenin ortalarında; ilk dönem 35’lerde yer alan güçlü lider eğilimi 2014’e doğru yüzde 50’lere yaklaşmış; Erdoğan’ın yüzde 52 ile cumhurbaşkanı seçildiği yıla yani.
Sadece Doğuda yok bu eğilim. Avrupa Birliği üyesi İspanya’da örneğin yüzde 25’ten 40’a çıkmış.
İsveç gibi ileri demokrasi örneğinde dahi, birkaç puanlık artışla yüzde 25 gibi bir oran bulunduğuna dikkatinizi çekmek isterim.
ABD’de bu oran yüzde 20 küsurlardan 30’a yükselmiş; orada da “Yeniden Büyük Amerika” sloganıyla Trump’ın gelmesini tesadüf sayamıyoruz bu durumda.
Tekrar olacak, kusura bakmayın ama en iyi durumdaki Almanya’da dahi yüzde 5’lik artışla yüzde 20 bu oran.
Ekonomiler geliştikçe, eğitim düzeyi, sağlık koşulları, yaşama standardı eskisine göre yükseldikçe insanların hayatları üzerinde daha çok söz ve karar hakkına sahip olmak isteyeceklerini, hak ve özgürlüklerine daha çok sahip çıkacaklarını beklersiniz değil mi?
Ama işaretler öyle göstermiyor ne yazık ki. İnsanlar, bir gün Meclis ve mahkemeler gibi icra organı olan hükümeti dengeleyecek, denetleyecek kurumların zayıflamasının kendileri zararına işleyeceğini hesaba katmadan, kısa günün karı mantığıyla, sözünü bir an önce yerine getirme vaadi veren liderlere oy verme eğilimine girmiş görünüyor; hem de dünya çapında.
Tarihçi Timothy Garton Ash, geçen hafta sonu Hürriyet’ten Çınar Oskay’a verdiği mülakatta bunu “popülist ve milliyetçi enternasyonal” eğiliminin yükselişi olarak tanımlıyor.
Milliyetçi-beynelmilel, ya da nasyonalist-enternasyonal tanımları kulağa şizofrenik geliyor değil mi? Ama bu gerçeklik-ötesi, Trump’ın başa belmesiyle yaygınlaşan İngilizcesiyle “post-truth” dünyanın acı gerçeğini iyi anlatıyor.
SON 24 SAATTE NE OLDU
Paylaş