Paylaş
Oysa yüzeyi biraz kazıyınca kapalı kapılar ardında durumu herkesin iyiliğine kurtarmak isteyenlerin çabasını görüyorsunuz.
AB İşleri Bakanı Ömer Çelik’in Brüksel’de söylediklerine bakarsanız henüz her şeyin bitmediğini görebilirsiniz.
AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Frans Timmermans, geçen yıldan bu yana süren mülteci kontrolü-vize kolaylığı anlaşmasının mimarlarından.
Önümüzdeki günlerde Ankara’da olması bekleniyor.
Onun temaslarına göre AB Göç ve İç İşleri Sorumlusu Dimitris Avramopoulos da gelebilir.
Çelik ise diyor ki, aslında aradaki sorunlar bir Türkiye-AB zirve toplantısıyla çözülebilir.
Aslında Çelik, AB liderliğine Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı işaret etmeye çalışıyor; hoşlansanız da hoşlanmasanız da onunla muhatap olmadan çözmeniz zor demek istiyor, öyle anlaşılıyor.
Gelişmelerde çok etken söz konusu: Erdoğan’ın “Bırakırız ha!” tehdidi, Avrupa Parlamentosu’nun “Keseriz ha!” tehdidi bunların başında geliyor.
Ama bir de mülteciler-vize anlaşmasının koşulu olarak öne sürülen terörle mücadele yasası var.
Kâğıt üzerinde bu koşulu öne sürenler haklı; zamanında Türkiye buna imza atmış. Ama o imzanın üzerinden kanlı bir askeri darbe girişimi geçmiş. Bunu Irak ve Suriye iç savaşlarıyla alevlenen IŞİD, PKK ile mücadele boyutları var.
Bu koşullarda nasıl değişir o yasa?
Değişmez demeyin, bütün olumsuz koşullara rağmen çalışmalar devam ediyor AB makamlarıyla Adalet ve İçişleri bakanlıkları arasında, AB ve Dışişleri bakanlıklarına ek olarak.
Çünkü bütün bu sert siyasi havaya, Avrupa’da Türkiye’ye, Türkiye’de Avrupa’ya vurmanın iç siyasette puan getiren çekiciliğine karşın birileri hala herkes için kabul edilebilir, durumu kurtarıcı, kimseyi rencide etmeyecek bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor.
Bu da iyi bir şey…
Çünkü ne kadar vaziyeti kurtarmayı amaçlayan, makyajı bol çözümler de olsa Türkiye-AB ilişkilerinin şu sıralar en ufak iyi haber kırıntısına dahi ihtiyacı var.
Bu aşamada gözler daha çok Almanya’ya çevriliyor.
Çünkü AB ile ilişkileri yeniden rayına oturtmak için, daha doğrusu yeni bir raya oturtmak için, önce Almanya ile ilişkileri yeniden, ya da yeni bir raya oturtmak gerekiyor.
Bu sadece İngiltere’nin Brexit referandumuyla AB’den ayrılma kararı ve Fransa’nın iç siyaset belirsizlikleri nedeniyle şu anda çaptan düşmüş olması nedeniyle Angela Merkel idaresindeki Almanya’nın AB’nin lokomotif gücü haline gelmesi nedeniyle böyle değil.
Aynı zamanda Almanya’nın öteden beri Türkiye ile AB, genel olarak Avrupa ilişkilerinde kilit rol oynamış olması, iki ülke arasındaki tarihsel ve ekonomik ilişkilerin geçmişi, NATO müttefikliği ve hepsi bir yana, Almanya’da yaşayan 3 milyon küsur Türkiye kökenli insanımızla oluşan köprü nedeniyle de böyle.
O cephede ise şöyle bir tablo var: Merkel hoşumuza gitmese de baştan itibaren bir konuda dürüst davranıyor. Türkiye’nin tam üyeliğine karşı olduğunu açıklasa da Alman devletinin önceden belirlenmiş siyaseti uyarınca açıkça engellemeye çalışmıyor.
Bu Türkiye’ye yetmiyor, doğru; özellikle terörle mücadele alanında Türkiye Almanya’dan çok daha fazlasını bekliyor. Almanya da özellikle AB değerler bütününün temelini oluşturan hak ve özgürlükler alanında Türkiye’den çok daha fazlasını…
Ama iş o noktaya geldiğinde ne Almanya Türkiye’yi kaybetmek istiyor, ne de Türkiye Almanya’yı.
Bu yüzlerce yıldır sürüp gidenbir aşk-nefret ilişkisi, “Ne seninle, ne sensiz” durumu.
Merkel’in dün yeni müzakere faslı açılışına karşı çıksa da, ilişkilerin devamını istemesi dahi bunu gösteriyor.
Merkel Eylül 2017’deki seçimlere giderken Türkiye’den bahsetmek istemiyor. Çünkü olumlu bahsetse bir yandan ırkçı çizgideki Alternatif Parti, diğer yandan Sol Parti’nin kışkırtıcı söylemlerine muhatap olacak, oy kaybedecek. Olumsuz konuşsa, Türkiye’yi kaybetme, ülkesi ve AB’nin zararına yol açma ihtimali var; o yüzden en iyisinin bu konuyu gündemden düşürmek diye düşünüyor.
Aslına bakarsanız, şu sıra bu karşıtlığı öne çıkarmamak Türkiye’nin çıkarlarına da uygun. Avrupa’dan yükselen ker sert çıkışa misliyle karşılık vermek uğruna hem Türk kamuoyu AB’ye, genel olarak demokratik dünyaya karşı daha tepkisel hale geliyor, hem de Avrupa kamuoyunda Türkiye’ye karşı önyargılar daha da güç kazanıyor.
Bunun bir maliyeti var elbette. En basitinden örnek verelim, 2015’te 5 milyon olan Alman turist sayısının 2017’de 3,5 milyon olarak tahmin edilmesinde keskin siyasi çıkışların en az terör eylemleri kadar payı olduğu düşünülmeli.
Bir yandan bu keskin demeçler, bir yandan Almanya’nın (ve çoğu AB ülkesinin) Türkiye’nin terörle mücadele konusunda yaşadığı zorluklara (özellikle PKK ve Fethullahçılar konusunda) arzu edilen desteği vermiyor olması, diğer yandan Türkiye’de tutuklu gazeteciler, tutuklu siyasetçiler gibi Avrupa kamuoyunun hassas olduğu konular var; hepsi önemli.
İlişkilerin kopmaması gerçekten isteniyorsa ki istendiği ifade ediliyor, bunlar düzeltilmesi, gereken, tamir edilmesi mümkün konular.
Ama bir konu var ki, tamir kabul edeceğe benzemiyor.
O da idam cezasının geri getirilmesi konusu.
İşte “Ne yapmamalı?” sorusuna verilecek birinci ve en güçlü cevap o.
İdam cezasının geri getirilmesinin sadece Türkiye’deki adalet sistemi için değil, Türkiye’nin demokratik dünyadan kopmaması için de gündemden düşürülmesi gerekiyor.
Paylaş