Paylaş
İran'la yaşadığımız sınır anlaşmazlığının, yani uçaklarımızın vurduğu PKK kamplarının bulunduğu bölgenin İran mı yoksa Irak mı olduğu tartışmasını biz bundan 152 yıl önce de yaşamıştık. Piranşehir çevresinin hangi ülkeye ait bulunduğu o zaman da tartışılmış, bunun için uluslararası bir komisyon kurulmuş, bölgenin ‘‘Osmanlı İmparatorluğu'nun Irak denilen kısmına ait olduğuna’’ karar verilmiş ve bu konuda bir de kitap yayınlanmıştı. İşte, İran'ın şimdi ‘‘Benim toprağım’’ dediği bölgenin tarih tarafından yalanlanmasının belgesi.
Tahran'la aramızda haftalar önce başlayan gerginlik bekletmeye alındı ama çözülemedi. Uçaklarımızın bombaladığı PKK kamplarının bulunduğu bölgenin İran mı yoksa Irak toprağı mı olduğu konusundaki anlaşmazlık bu yazıyı yazdığım sırada hálá devam ediyordu ve İranlılar ellerinde tuttukları iki askerimizi henüz serbest bırakmamışlardı.
İran'ın bombalanan PKK kamplarının bulunduğu bölgenin Irak'a değil kendilerine ait olduğunu iddia etmesi bana bu olayın bundan 152 sene önce yaşadığımız bir benzerini ve az bilinen ama çok önemli olan bir kaynağı hatırlattı: 1847'de yaşanan sınır anlaşmazlığını, bunun için kurulan sınır komisyonunu ve ‘‘Seyáhatnáme-i Hudûd’’ yani ‘‘Sınır Seyahatnamesi’’ isimli kitabı...
Bugün hangi memlekete ait olduğuna bir türlü karar verilemeyen bölgenin sahibi o zaman da tartışmalıydı, bunun için Erzurum'da uluslararası bir sınır komisyonu toplanmış; Türk, İranlı, İngiliz ve Rus uzmanlar sınırı dört yıl boyunca karış karış dolaşmışlar ve bugün hálá gündemde olan bölgenin ‘‘Osmanlı İmparatorluğu'nun Irak denilen kısmına ait olduğuna’’ karar verilmişti.
Tarafları 1947'de uluslararası bir sınır komisyonu toplamaya kadar götüren olaylarla bugünkü anlaşmazlıklar arasında hemen hiç fark yok gibiydi. Sınır çizgisinin sakinleri konar-göçer halde yaşıyorlar, mevsim değiştikçe ‘‘yaylak’’ yahut ‘‘kışlak’’ edinmek için sınırın bir tarafından öbür tarafına geçiyor ve hududu devamlı ihlál ediyorlardı. Sultan Abdülmecid'in hükümdarlığı sırasında kurulan komisyon dört yıl boyunca Erzurum'la Basra arasında mekik dokudu, sınırı en ince detayına kadar yeniden çizdi ve bir de rapor hazırladı. İki askerimizin bundan üç hafta önce sınırı yanlışlıkla geçtiği Kotur mahalli o günlerde de karşılıklı sınır ihlállerine sahne oluyor ve geçen ay bombalanan PKK kamplarının bulunduğu ama İran'ın kendi toprağı saydığı bölge raporda Irak'a bağlı görünüyordu.
Sınırda dört yıl devam eden çalışma sırasında Türk tarafının aldığı notlar 1860'ta İstanbul'da ‘‘Seyáhatnáme-i Hudûd’’ yani ‘‘Sınır Seyahatnamesi’’ adıyla kitap haline getirildi. Yandaki kutuda İran'ın iddialarını yalanlayan bu seyahatnamenin yayınlanma öyküsü yeralıyor. Kitabı temin edip okuduğunuz taktirde geçmişi değil bugünü yaşayacak, askerlerin yahut yerli halkın karşı tarafa kaçan koyunları geri çevirmek için sınırı her zaman ihlál ettiklerine şahit olacak ve hiçbirşeyin değişmediğini, asırlardır aynen varolduğunu göreceksiniz.
Sadece 150 adet basılan kitap
Mehmed Hurşid Paşa, Osmanlı Devleti'nin 1847'de Erzurum'da toplanan uluslararası sınır komisyonunda görevli temsilcilerinden biriydi. Komisyonun öbür üyeleriyle beraber sınırı dört yıl boyunca baştan başa dolaştı ve aşiretlerden küçük garnizonlara, köyden tepeye, dereden çayıra kadar ne gördüyse kaydetti. Yazdıkları 1860'da ‘‘Seyáhatnáme-i Hudûd’’ adıyla İstanbul'da basıldı
Hurşid Paşa'nın kitabı zamanının konuyla ilgili kaynaklarında adından sık bahsedilen bir eser oldu ama nüshasına en büyük kütüphanelerde bile raslanması imkánsızdı, zira sadece 150 adet basılmıştı. Sonra aradan 137 yıl geçti ve Türkiye'de eski kitaptan en iyi anlayan kişilerden biri olan rahmetli Aláattin Eser ‘‘Seyáhatnáme-i Hudûd’’u yeni harflere aktardı, uzun bir sunuş yazdı, açıklamalar ve indeks iláve etti, sonuna Osmanlıca tıpkıbasımını da koydu ve kitap 1997 Mart'ında 700 sayfalık koskoca bir eser halinde gene İstanbul'da yayınladı. Ama Türkiye'nin İran ve Irak'la olan sınırının geçmişini asırlar boyunca devam etmiş bir macera halinde anlatan hudud seyahatnamesi láyık olduğu ilgiyi hiçbir zaman göremedi.
Sözün kısası: ‘‘Seyáhatnáme-i Hudûd’’ şimdi tartıştığımız sınır bölgesinden sözeden en güvenilir ve hiç eskimemiş bir kaynaktır. Askerinden diplomatına kadar konuyla ilgili herkesin, özellikle de İran'ın tazminat talebinde bulunduğu toplantılara katılan Türk görüşmecilerin elinin altında bulunması gerekir.
Vecdi Bey'in hikáyesini bir de benden dinleyin
Bazı gazetelerin sanat sayfalarıyla ‘entel’ yazarları, bugünlerde Kültür Bakanlığı'na verip veriştirmekle meşguldüler. Sebep, Paris Kültür Müşaviri Vecdi Sayar'ın Hakkári'ye tayin edilmesiydi. Yazılanlara bakılırsa Kültür Bakanı İstemihan Talay'la Vecdi Sayar arasında ciddi görüş ayrılıkları vardı ve bakan görev süresini tamamlayıp Türkiye'ye dönen Sayar'ı önce Antalya'ya, oradan da Hakkári'ye göndermişti.
Vecdi Sayar'ın başına gelenler alákamı çekti, hatta ‘‘Sen adamcağızı Paris'ten al, Hakkári'ye gönder. Bu kadarı da olmaz!’’ diye düşündüm. Sonra bu macerayı gene de bir araştırayım dedim, araştırınca da bir hayli şaşırdım. Zira hadise hiç de yazılanlar gibi değildi, bambaşkaydı.
Buyrun, size Vecdi Sayar'ın gerçek hikáyesi:
Vecdi Bey Paris'teki müşavirliği sırasında İstanbul'da çıkan bir gazetede de yazıyor ve kendi bakanlığına veryansın ediyordu. Kültür Bakanlığı onun gözünde ‘‘kendini ısıtan soba’’ gibiydi, saydamlıkla hiçbir alákası yoktu, bakan ise ‘‘vitrin’’den başka birşey düşünmüyordu. Yazmakla da kalmıyor, işitenlere ‘‘Pes!’’ dedirtecek bazı hadiselerin de kahramanı oluyordu Vecdi Bey... Türk folklor tarihçiliğinin Paris'te yaşayan büyük ismi Pertev Naili Boratav'ın vefatından hemen sonra Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın ‘‘Boratav için hemen bir çelenk gönderilmesi’’ talimatını ‘‘Bakanlığın bu işler için ayrılmış tahsisatı yok’’ diyerek yerine getirmeyen oydu.
Derken 1999'ın Ocak'ına gelindi ve Vecdi Bey Paris'teki görevinden istifa etti. Hakkında çıkan haberlerde yazılanların aksine Türkiye'ye görev süresini tamamlayıp dönmedi, istifa etti. İstifa gerekçesi ‘‘politikaya atılmak’’tı ve 11 Ocak 1999 tarihli dilekçesinde ‘‘seçimlere katılacağım’’ demiş, istifası 13 Ocak'ta kabul edilmiş, partiler aday listelerini açıklamışlar ama Vecdi Bey'in ismi hiçbir listede yeralmamıştı.
Sonra aylar geçiyor, Mayıs'a geliniyor ve Vecdi Bey önceleri ‘‘kendini ısıtan soba’’ya benzettiği Kültür Bakanlığı'na yeniden başvuruyordu. Elinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin 26 Mayıs tarihli bir yazısı vardı, ve ‘Vecdi Sayar 18 Nisan seçimlerinde ÖDP'ye kontenjan adayı olmak için başvurmuş ama isteği yerine getirilememiştir’’ deniyordu. Yasalar seçimlere katılmak için istifa eden bürokrata seçilemediği taktirde ayrıldığı kuruluşa dönme hakkı vermişti ama seçime katıldığı takdirde. Bakanlık yasayı gene de uyguladı ve tayini hemen ertesi gün yaptı: Asıl mesleği mimarlık olan Vecdi Bey 27 Mayıs'ta Antalya Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü'ne, 8 Temmuz'da da ‘‘bir üst derece kadroyla ve şube müdürü’’ olarak Hakkári'ye tayin edildi.
Ben Vecdi Bey'le hiç tanışmadım, Fransızca'ya Paris kültür müşavirliği yapabilecek düzeyde hakim olup olmadığı hakkında bile bir bilgim yok, hatta fotoğrafını bile ilk defa geçen hafta gördüm. Ama aklıma takılan iki soru var: Birincisi, Vecdi Bey'in yazılarında yerden yere vurup ‘‘kendini ısıtan soba’’ya benzettiği bakanlıkla dışarıdan mücadele etmek yerine kadroya dönüş ısrarının sebebi; ikincisi ise ‘‘Özerk Sanat Konseyi Girişim Kurulu’’ adını taşıyan ve ‘‘sivil toplum örgütü’’ olduğunu iddia eden kuruluşun müstafi bir bürokrat hakkında ‘‘oradan oraya sürüldü’’ diye bildiriler yayınlayıp etrafı yanıltmakla ne yapmak istediği.
Ve, Ankara’dan kulağıma fısıldanan bir haber: Hakkári'dan Bakanlığa teşekkür telgrafları yağıyormuş. Hakkárililer ‘‘Bizleri Paris görmüş böyle kıymetli bir bürokrata kavuşturduğu için Kültür Bakanı İstemihan Talay'a şükranlarımızı ifade etmekte áciz kalıyoruz’’ diyor ve Vecdi Bey'in biran önce göreve başlamasını beklediklerini söylüyorlarmış.
75 yıl önce neredeydiniz Şuayip Bey?
Devlet Bakanı Şuayip Üşenmez Osmanlı tapularının deşifre edildiğini ve hak sahiplerinin Türkiye sınırları dışında kalan araziler için bile başvuru yapabileceklerini söyledi. Bu boş hayali bakanın aklına kimin soktuğunu bilmiyorum ama işin aslı hiç de öyle değil.
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü'nden sorumlu Devlet Bakanı Şuayip Üşenmez geçenlerde garip bir demeç verdi: Osmanlı tapularının tek tek deşifre edilmeye başlandığını, Türkiye dışında kalan araziler için diplomatik girişimler yapılacağını ve Mısır'la Suriye'de araziler için hak doğacağını söyledi.
Demeci okuyunca ‘‘neresini düzelteyim?’’ diye düşündüm. ‘‘Padişah tapusu’’ diye bir belgenin hukuken varolmadığını mı, kastedilen tapunun asıl isminin ‘‘sened-i hakanî’’ olduğunu mu, gayrımenkullerle ilgili hak taleplerinde on senelik zamanaşımının Türkiye'de teamül haline geldiğini mi, yoksa Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılan memleketlerden miras almanın imkánsızlığını mı?
Şuayip Beyefendi!.. Osmanlı topraklarındaki Türk emlákinin hukuki durumu tapu dairelerinin mahzenlerindeki çoğu çoktan çürümüş kayıtlarla değil, uluslararası anlaşmalarla belirlenir. En başta Lozan'ın ilgili maddeleri gelir, sonra da Türkiye'nin bu ülkelerle gayrımenkullerin karşılıklı iadesi konusunda yaptığı ikili anlaşmalar. Eline Osmanlı'dan kalma tapuyu alıp Mısır'a yahut Suriye'ye giden bir Türk vatandaşı söylemesi biraz zor olacak ama arazi değil, sadece ‘‘hava’’ alır. Zira anlaşmalarda belli bir yıl tahdidi vardır ve müracaat süreleri çoktan dolduğu için birçok Arap ülkesine artık başvuru yapılamamaktadır.
Ben ‘‘hak talep edebileceğimiz’’ memleketlerden birinde, Mısır'da senelerce yaşadım ve ‘‘miras hastalığı’’na yakalananların derdine yakından şahit oldum. Türkiye'deki varını-yoğunu satıp miras hayaliyle Mısır'a gelen, Kahire'de birkaç ay boyunca koşuşturma dolu boş bir ruyaya dalıp elinde-avucunda ne varsa harcadıktan sonra kapı kapı dolaşıp İstanbul'a dönüş bileti parasını çıkartmaya çalışan düzinelerle insan gördüm. İçlerinde hayal kırıklıkları cinnete dönenleri ve Fallaki Caddesi'nde Türk Konsolosluğu'nun bahçesindeki ağacın tepesine tırmanıp ‘‘Piramitler de benim, kralla cumhurbaşkanının sarayı da’’ diye haykıranları da vardı.
Sözün kısası: Eski Osmanlı topraklarıyla ilgili arazi mirası defterleri çoktaaan kapanmıştır ve böyle amatör heyecanlarla şimdi çoğu ileri yaşlarda olan eski hak sahiplerini boş hayallere sürüklemek ise yazıktır ve günahtır.
Paylaş