Hırsız sadrazamı önce işkenceyle konuşturur, sonra celláda verirdik
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, sabık başbakan Necmettin Erbakan’ın iki yıl dört aylık hapis cezasını evinde çekmesi için çıkartılan kanunu veto etmesi, bana eski devirlerde aynı suçu işleyen sadrazamların, yani o zamanın başbakanlarının başlarına gelenleri hatırlattı.
Bu gibi işler çevirdikleri kesin olan sadrazamlara verilen tek bir ceza vardı: Azledilip bütün mallarına el konulur ve derhal celláda gönderilirlerdi... Tarihimizde yolsuzluk yapan, rüşvet alan ve zimmetine para geçiren bir hayli sadrazam vardı, hırsız sadrazamların hemen hepsinin ákıbeti aynı olmuştu, hattá bazılarına gizledikleri servetlerinin yerini söylemeleri için işkence bile yapılmıştı.
CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer, sabık başbakan Necmettin Erbakan’ın iki yıl dört aylık hapis cezasını evinde çekmesi için çıkartılan kanunu veto etti. Veto gerekçesinde "özel çıkar için kanun yapılamayacağı" ve "kişiye özgü yasaların hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı" söylendikten sonra, "bu kanunun siyasi bir partinin eski genel başkanı için çıkartıldığının belli olduğu" ifade ediliyordu.
Necmettin Erbakan’ın mahkûmiyetinin sebebi, málum, Refah Partisi’ne hazine yardımı olarak verilen 11 trilyon liranın buharlaşması ve buharlaşmadan partinin o zamanki lideri Erbakan’ın sorumlu tutulması...
Sabık başbakanın mahkûm olduğu suçun niteliği ve AKP’nin, Erbakan’a "konforlu" bir mahkûmiyet sağlayabilmek maksadıyla çıkarttığı kanunun Çankaya’dan dönmesi, bana eski devirlerde aynı suçu işleyen sadrazamların, yani o zamanın başbakanlarının başlarına gelenleri hatırlattı.
Bu gibi işler çevirdikleri kesin olan sadrazamlara verilen tek bir ceza vardı: Azledilip bütün mallarına el konulur ve derhal celláda gönderilirlerdi... Tarihimizde yolsuzluk yapan, rüşvet alan ve zimmetine para geçiren bir hayli sadrazam vardı, bu hırsız sadrazamların hemen hepsinin ákıbeti aynı olmuştu, hattá bazılarına gizledikleri servetlerinin yerini söylemeleri için işkence bile yapılmıştı.
İşte, para hırsları yüzünden hayatları celládın baltasında yahut ilmiğinde noktalanan sadrazamlardan birkaçının öyküsü...
KEMANKEŞ ALİ PAŞA
Dördüncü Murad’ın sadrazamıydı. Padişahın çocuk yaşta tahta çıkmasından sonra devlette söz sahibi olmuş, bazı iyi kararlar almasına rağmen büyük bir gurura kapılmış, rüşvetsiz iş görmez olmuş, hattá yüksek memuriyetleri bile satışa çıkarmıştı. Paşa’nın sebep olduğu rezaletlerde bardağı taşıran son damla, Bağdad’ın İranlılar tarafından işgaliydi ve Dördüncü Murad, işgal haberinin gelmesinden hemen sonra, 1624’ün 3 Nisan’ında Kemankeş Ali Paşa’yı sarayda boğdurup bütün mallarına el koydurdu.
HEZARPÁRE AHMED PAŞA
Sultan İbrahim’in sadrazamıydı. Askerin baskısıyla 7 Ağustos 1648’de azledildi ama yeniçeriler Paşa’nın idamında ısrar edince rüşvetle toplamış olduğu hazinesinden bir çuval altın alıp saklanacak yer aramaya başladı. Çaldığı her kapı yüzüne kapanan Ahmed Paşa nihayet bir konağa sığındı ama konak sahibinin ihbarı üzerine yakalanıp o zamanki adı "Paşakapısı" olan sadrazamlık makamına götürüldü. 8 Ağustos günü yeni sadrazam Sofu Mehmed Paşa’nın huzuruna çıkartıldı, Mehmed Paşa’nın af garantisi vermesi üzerine hayatına karşılık olarak parasını sakladığı yeri söyledi ama hemen oracıkta idam edildi. Cesedi çırılçıplak soyulduktan sonra bir çınar ağacının altına bırakıldı, "etinin mafsal ağrılarına iyi geldiği" şeklinde çıkan bir söylenti üzerine, halk Ahmed Paşa’nın cesedini parça parça etti ve ağacın altında sadece kemikleri kaldı. Rüşvetçi sadrazam, tarihlere işte bu yüzden "hezarpáre" yani "bin parça" diye geçti.
SARI SÜLEYMAN PAŞA
Dördüncü Mehmed’in sadrazamıydı ve hem rüşvetçiliğiyle, hem de beceriksizliğiyle meşhurdu. Ordunun başında sefere çıktı ama savaş Macaristan’ın kaybıyla neticelendi ve Süleyman Paşa askerin isyan etmesi üzerine cepheden kaçıp gizlice İstanbul’a geldi. Davudpaşa’daki çiftliğinde sakladığı servetinden bir hayli altın alarak Kuruçeşme’deki yalısının yakınlarında yaşayan Solomon adındaki bir Yahudi’nin evine sığındı. Paşa’nın cepheden kaçtığını işiten hükümdar, sadrazamı her yerde arattı ve Sarı Süleyman Paşa, Solomon’un evinde bir Rum kızıyla álem yaparken yakalandı, bir hafta boyunca hapsedildi. Zindanda servetinin yerini söylemesi için işkence de gören Paşa, 14 Ekim 1687’de idam edildi.
SİYAVUŞ PAŞA
Sarı Süleyman Paşa’nın idamından sonra Dördüncü Mehmed tarafından sadrazamlığa getirildi, beş ay bu makamda kaldı ama rüşvet almaktan ve başkalarının mallarına hiç lüzumu yokken el koymaktan başka bir iş yapmadı. 1687’nin 2 Mart’ında ayaklanan askerler Paşa’nın konağını basıp bir güzel yağmaladılar. Paşa, harem dairesine çekilip yağmacılara siláhla karşılık verdi ama yakalanıp parça parça edildi, cariyeleriyle beraber çocukları da "ganimet" olarak paylaşıldı ve bütün malına el kondu.
İlber Hoca’nın Tarih Kurumu üyeliğini engellemek için oy sandığını kaçırmışlardı
TÜRKİYE İş Bankası Kültür Yayınları, Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın hayat hikáyesini yayınladı. Nilgün Uysal’ın üç sene boyunca uğraşarak hazırladığı "Zaman Kaybolmaz. İlber Ortaylı Kitabı" isimli 626 sayfalık eser yarın piyasaya verilecek ve son dönem Türk tarihçiliğinin bu büyük isminin etrafındaki hayran kitlesi, onun hayat macerasını doğumundan itibaren öğrenme şansına sahip olacak.
Ben, burada İlber Hoca’nın kitapta sözünü ettiği ve herbiri haber yahut akademik araştırma konusu olabilecek hadiselerden bahsedecek değilim ve kitapla ilgili olarak sadece iki hususa dikkat çekmek istiyorum:
Bu kitap, genç ama yetenekli bilim adamlarına dünyanın önde gelen álimlerinden olmalarının ve yarım düzine dili konuşabilmenin yolunu ayrıntılarıyla gösterirken, diğer taraftan da Türkiye’nin İlber Ortaylı gibi bir álime sahip olmasının sadece tesadüflerden kaynaklandığını anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Kırım’ın Ortay beldesinden mülteci olarak yollara düşen entellektüel ve asil bir ailenin Viyana’da vatansız olarak dünyaya gelen çocukları, daha sonra tesadüfen Türkiye’ye yerleşiyor, Türk vatandaşı oluyor, herşeyi merak ediyor, durmadan okuyor, araştırıyor ve devletten hiçbir destek görmeden bütün imkánları kendisi yaratıyor, belki bir yerde şansı da yaver gidiyor ve neticede Prof. İlber Ortaylı ortaya çıkıyor.
Kitabın verdiği en önemli mesaj, bence işte burada: Bugün "İlber Ortaylı" adında dünya çapında bir bilim adamına sahipsek, bunu sadece tesadüflere borçluyuz. Zira savaş yıllarında Kırım’dan ayrılan aile Türkiye yerine herhangi bir batı ülkesini seçmiş olsaydı, şimdi "İlber" isminde Avrupalı yahut Amerikalı bir allámeyi Türkçe’ye tesadüfen tercüme edilecek olan eserlerinden tanıyacak ve eminim, çok hayıflanacaktık!
"Zaman Kaybolmaz"ı okuyanlar hayret verici böyle birçok hadiseyle karşılaşacaklarına eminim ama kitapta yeralmayan bir hadiseyi de ben söyleyeyim: İlber’in Türk Tarih Kurumu’na üye olmasını engellemek için bir seçimde oy sandığı bile kaçırılmıştır ve İlber kuruma hálá üye kabul edilmemiştir!
İlber ile çalışmanın ne kadar zor olduğunu gayet iyi bilen ve eserin yazılma aşamasında birkaç defa tesadüfen bulunmuş bir kişi olarak, "İlber Ortaylı Kitabı"nı hazırlayan Nilgün Uysal’ı şimdi "cennetlik" görüyorum. Ama, kitabın sonundaki sayfalar dolusu eser listesindeki kitapların ve makalelerin sahibi olan aziz dostum İlber’e de "Son 20 senede çok gezdin, çok eğlendin, artık otur, eskisi gibi eser ver ve sonraki nesillere dillerde dolaşan hikáyelerinin yanısıra başka eserler de bırak" demeden edemiyorum.
Enver Paşa’nın torunundan Erkan Mumcu’ya karşı ’dede’ savunması
ENVER Paşa’nın torunu Osman Mayatepek’ten, hafta içinde bir mektup aldım. Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun geçtiğimiz günlerde verdiği bir demeçte "Jöntürk şebekliği" diye bir ifade kullandığını söylüyor ve "Böyle bir sözü bu düzeydeki bir kişi nasıl sarfedebilir?" diyordu.
Osman Mayatepek’in mektubu, geçmişte Türkiye’nin kaderine hákim olmuş kişilerin soyundan gelenlerin dedelerinin hatıralarına bağlılıklarını ve o hatıraların temiz kalmasına çalışmalarının güzel bir örneğini teşkil ediyordu. Ben, Mumcu’nun demeci üzerine Mayatepek’e tarih önünde bir cevap hakkı doğduğunu gördüm ve hakkını bu sayfada kullanmasının uygun olacağını düşündüm.
İşte, Mayatepek’in mektubundan bir bölüm:
"...Şebek, bildiğiniz gibi uzun kuyruklu bir maymun cinsidir ve dilimizde ’çirkin’, ’uygunsuz’ anlamında hakaretámiz bir ifade olarak kullanılır. Tarih, haklarında bugünün koşullarıyla hüküm vererek hatalı bulduğumuz kişilerin çoğunun en az Sayın Mumcu kadar vatansever olduklarını zaten göstermektedir. ’Jöntürk’ deyimi, batı siyaset literatürüne de otokratik ve köhne siyasi sistemi yıkan reformist bir hareket olarak girmiştir. Hal böyle iken, bu kişilere ’şebek’ gibi sıfatlarla hakaret etmek en azından ayıp kaçmakta ve bir ’lider’e yakışmamaktadır".