Lübnan’ı, İkinci Abdülhamid’in en yakın adamı Arap İzzet Paşa’nın oğlu olan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dönem Washington Büyükelçiliği’ni yapan Mehmed Ali Bey yarattı. Abdülhamid’in 1909’da tahttan indirilmesinden sonra Şam’a yerleşen Mehmed Ali Bey, 1932’de Suriye’ye cumhurbaşkanı oldu ve 1936’da Fransızlar’ın baskısıyla Lübnan’ın Suriye’den ayrılıp ayrı bir devlet haline gelmesini kabul etti. Mehmed Ali Bey, bu yüzden bazı Suriyeliler tarafından hiç de hoş olmayan bir şekilde suçlandı ama Fransızlar ile yaptığı anlaşma bizim işimize yaradı ve Hatay’ın
topraklarımıza katılmasını, anlaşmanın bazı maddelerini hukuki dayanak yaparak sağlamıştık.
HAFTALARDAN buyana dünya gündeminin ilk sırasında yeralan Lübnan’ın geçmişini acaba hiç merak ettiğiniz oldu mu? Lübnan’ı 1970’li senelerden buyana bir türlü terketmeyen kanın ve gözyaşının gerisinde nelerin bulunduğunu hiç düşündünüz mü?
Ortadoğu’da asırlar boyunca
"Lübnan" diye bir ülke,
"Lübnanlı" diye bir millet yoktu ve bölge, Suriye’nin uzantısı kabul edilirdi. Ama tarih İstanbul’dan Washington’a, oradan Kahire’ye ve nihayet Şam’a uzanan ardarda cilveler yaptı ve Lübnan, bu cilvelerin neticesinde doğdu.
İşte, Lübnan’ın yaratılış öyküsü:
İkinci Abdülhamid’in iktidar yıllarında, hükümdardan sonra gelen en güçlü kişi, padişahın sırdaşı
İzzet Holo Paşa idi.
Tarihlere
"Arap İzzet" diye geçen
İzzet Holo Paşa, Şam’da 1852’de doğmuştu ve kanında Araplıktan Kürtlüğe, Çerkeslikten Türklüğe kadar imparatorluğun hemen her unsurunun özelliklerini taşıyordu. Çok iyi bir tahsil gördü, 1890’lı senelerde
Abdülhamid tarafından saraya alındı, zamanla hükümdarın en güvendiği adamı oldu. Padişahın dış dünya ile temasının sağlanması, memlekette olup bitenler hakkında haberdar edilmesi ve devlet birimleri arasında koordinasyon gibi işlerin yanısıra hükümdarın gizli yahut pek etik olmayan temaslarını da senelerce o yürüttü.
Derken, Türkiye’de meşrutiyet ilán edildi, arkasından 31 Mart olayı yaşandı ve
Abdülhamid 1909’da tahtından indirilip sürgüne gönderildi. Sabık hükümdarın yakınlarının hayatları tehlike altındaydı ve
İzzet Paşa da eski devrin birçok ileri geleninin yaptığını yapıp Türkiye’yi terketti. Önce Avrupa’ya gitti, oradan Mısır’a geçti, büyük bir servete sahip olduğu için hiç sıkıntı çekmedi, hep refah içerisinde yaşadı ve hayattan 1924’te, Kahire’de ayrıldı.
BAŞKA VATANDAŞLIKLARİzzet Paşa’nın değişik hanımlardan 17 çocuğu olmuş ama bunların dördü hayatta kalabilmişti. Paşa hayatının sonuna kadar Türk vatandaşlığını muhafaza etmişti ama değişik memleketlere giden çocukları, imparatorluğun yıkılması üzerine bulundukları ülkelerin vatandaşlıklarını aldılar.
Paşa’nın büyük oğlu
Mehmed Ali Bey, Suriye’de yaşıyordu ve oranın teb’asına geçti. 1867’de Şam’da doğmuş,
Abdülhamid’n iktidar senelerinde bir ara Osmanlı İmparatorluğu’nun Washington Büyükelçiliği’ni yapmıştı. Ortadoğu’nun 1918’de elimizden çıkmasından hemen sonra Suriye’nin Maliye Bakanı oldu ve 1932’de cumhurbaşkanı seçildi.
Mehmed Ali Bey’in başkanlığı sırasında, Suriye karmakarışıktı. İngiltere ile Fransa, Dünya Savaşı’ndan sonra elimizden çıkan Ortadoğu’yu kendi aralarında taksim etmişler; petrol bölgesi Irak İngilizler’e, ticaret merkezi Suriye de Fransızlar’a düşmüştü. Suriye’yi asırlar önceki Haçlı Seferleri’nden itibaren kendisine ait kabul eden Fransa artık oraların efendisiydi ve hákimiyetini uzun zaman devam ettirebilmek için sınırlarda bazı değişiklikler yapması gerekiyordu.
Bu değişiklik, o zamana kadar devlet olarak varolmayan Lübnan’ın müstakil bir hále getirilmesiydi. Fransızlar, Suriyeliler’in kendi toprakları olarak gördükleri Lübnan için 1926’nın 23 Mayıs’ında bir anayasa hazırladılar. Lübnan, Fransız idaresinden sonra artık bağımsız bir devlet olacaktı.
Fransa’nın kararı, Suriye’yi karıştırdı. Eski Suriye Krallığı’nın ve Emevi İmparatorluğu’nun várisi olduklarına inanan Arap entellektüeller yeni bir devlete karşı çıkıyorlardı. Bu entellektüellerden
Anton Saade’nin ortaya attığı ve bir hayli taraftar bulan
"Büyük Suriye" hayali Hatay’dan başlayıp Sina Yarımadası’na ve Süveyş Kanalı’na, Akabe Körfezi’nden Kıbrıs’a, oradan da Basra Körfezi’ne uzanıyordu.
KRALI GÖNDERDİLERArap entellektüeller bu hayalin peşindeyken. Lübnan’ın Hristiyan halkı Fransa’nın yanında yeraldı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında bize karşı Arap isyanını başlatan
Şerif Hüseyin’in oğlu olan ve Fransa’nın Suriye’ye kral yaptığı
Faysal da Lübnan’ın ayrılmasına karşı çıkınca tahtından indirilip İngiltere’ye sürgüne gönderildi.
Tartışmalar ve mücadeleler senelerce hiç kesilmeden devam etti,
Arap İzzet Paşa’nın oğlu
Mehmed Ali Bey, yahut oradaki ismiyle
"Muhammed Ali Bey el-Ábid", 1932’nin 11 Haziran’ında Suriye Cumhurbaşkanı oldu ve 1934’te Fransızlar ile bağımsızlık konusunu görüşmeye başladı. Anlaşma taslağı tamamen Fransa’nın çıkarlarına göre hazırlanmıştı, buna göre Lübnan ayrı bir devlet olacak, Suriye’nin bazı kısımları Fransız kontrolünde bulunacak, Hatay’a ve Cebel bölgesine ayrı bir statü verilecekti.
FRANSA’YA YERLEŞTİ
Mehmed Ali Bey’in Lübnan’ın Suriye’den ayrılmasını kabul etmesi üzerine, Şam daha da karıştı, anlaşmaya karşı çıkanlar
"Ulusal Cephe" adını verdikleri bir muhalefet grubu kurdular. Cephe’nin halkı sokaklara dökmesi genel grevler ilán etmesi, Suriye’deki manda idaresini sıkıntıya sokunca, Paris, Ulusal Cephe’yi muhatap kabul etmek zorunda kaldı. 1936 Eylül’ünde Paris’te varılan ve Suriye’ye kademeli bir bağımsızlık veren anlaşmayı Ulusal Cephe’nin lideri
Haşim el-Attasi imzalayacak ama Fransızlar’ın
Mehmed Ali Bey’den kopardıkları Lübnan, bu anlaşmaya göre bağımsız bir devlet olacaktı.
Paris Anlaşması’ndan sonra yaşananları da kısaca anlatayım:
Mehmed Ali Bey’in görev süresi, anlaşmanın imzalanmasından üç ay sonra nihayete erdi ve Suriye Cumhurbaşkanlığı’na
Haşim el-Attasi geldi. Sabık Cumhurbaşkanı
Mehmed Ali Bey, Suriye’yi bırakıp Güney Fransa’nın Nice şehrine yerleşti, orada refah içerisinde yaşadı ve 1939’da Nice’de öldü. Suriyeliler, daha önceleri
"Lübnan’ı satmakla" suçladıkları eski başkanlarının cenazesini Şam’a götürüp büyük bir devlet töreniyle defnettiler. Fransa’nın bütün bu anlaşmalara rağmen bölgeyi boşaltması seneler alacak ve son Fransız askeri, Suriye ile Lübnan’ı 1946’da terkedecekti.
İşte, günlerden buyana İsrail bombalarının vurduğu Lübnan,
Mehmed Ali Bey’in desteğiyle ama büyük kavgalar neticesinde, böyle kurulmuştu. Suriye’nin Lübnan’ı kendi toprağı görmesi ve bazı bölgelerini birkaç ay öncesine kadar işgal altında tutmasının sebebi de bu
"Büyük Suriye" hayaliydi.
Mehmed Ali Bey, Lübnan’ın kuruluşuna karşı çıkmadığı için bazı Suriyeliler tarafından bugün bile hoş olmayan bir şekilde yádediliyor. Ama, onun Fransızlar’ın baskısıyla kabul ettiği Paris Anlaşması’nın Türkiye’nin ne kadar işine yaradığını da bizler pek bilmiyoruz:
Abdülhamid’in sırdaşı
Arap İzzet Paşa’nın oğlu
Mehmed Ali Bey, Paris Anlaşması’nı kabul ederken eski vatanı Türkiye’ye farkında olmadan büyük bir hizmette bulunmuştu, zira, Hatay’ın topraklarımıza katılmasını bu anlaşmanın bazı maddelerini lehimize hukuki dayanak yaparak sağlamıştık.
Enver Paşa’nın torunu: Sarıkamış’ın sorumluluğu dedeme aitse, Çanakkale’nin şerefi de ona aittir!SARIKAMIŞ’ta 1914 Aralık’ında yaşanan ama az kişinin bildiği ve ders kitaplarında bile yeralmamış olan bir facia, Türk kalp cerrahisinin çok önemli ismi
Prof. Dr. Bingür Sönmez’in seneler süren gayretleri neticesinde sık sık gündeme geliyor.
"90 bin şehid" sloganıyla hatırlanan Sarıkamış faciasından, geçtiğimiz günlerde açılışı yapılan şehit anıtı münasebetiyle bu hafta yine bahsedildi. Ama bu işi yaparken geleneksel
"ifrat-tefrit" ádetimizden bir türlü sıyrılamadık ve bazı gazetelerde, 1914’teki harekátın mimarı
Enver Paşa’nın ne kadar basiretsiz ve sorumsuz olduğu yolunda yazılar çıktı.
Bu yazılar,
Enver Paşa’nın torunu, yani Paşa’nın bir zamanlar benim de kimya hocam olan küçük kızı rahmetli
Türkán Mayatepek’in oğlu
Osman Mayatepek’i haklı olarak rahatsız etmişti.
Osman Bey’den, konuyla ilgili bir mektup aldım. Sarıkamış konusunda bazı gerçeklerin abartıldığını söylüyor ve mektubunu mümkünse yayınlamamı istiyordu.
Osman Mayatepek’in mektubunun bazı bölümlerini aşağıda veriyorum:
"...Tarihçiliğin temeli, objektif olmaktır. Tarih söylentilerle değil, gerçekler ve inanılır belgeler vasıtasıyla yazılır.
Ben, Prof. Bingür Sönmez’in Sarıkamış’ta trajik bir şekilde noktalanmış olan hayatlar konusundaki iyi niyetinden asla şüphe etmiyorum. Ama, basının ilgisini çeken ’Sarıkamış’ta donarak can veren 90 bin kişi’ sloganının gerçeklerden uzak kaldığını da hatırlatmak istiyorum.
Unutmamamız gereken husus, Allahüekber Dağları’nda donarak yahut tifüse yenilerek şehid düşen askerlerimizin sayısının 25 bin ile 40 bin arasında bulunduğudur. Bu sayı bile çok büyük bir trajedidir, ancak, Sarıkamış’taki Üçüncü Ordu’nun toplam asker sayısı 118 bin, muharip sayısı da 75 bindir. 75 bin savaşçıya sahip bir ordu nasıl olur da 90 bin şehid verebilir? Ordu Kumandanı Hafız Hakkı Paşa’nın emirleri dinlemeyerek kendi başına giriştiği bir başka harekát neticesinde yaşanan feláketten dedem Enver Paşa nasıl sorumlu tutulabilir?
Bu ’90 bin şehid’ iddiası, Şerif Köprülü tarafından 1922’de ortaya atılmış ve o günlerde devletten de destek bulmuştur. İddia, o sırada Batum’da bulunan ve Türkiye’ye dönüş imkánları arayan dedem Enver Paşa’nın aleyhinde kullanılırken yine dedemle ilgili olarak Bolşevikliğe kadar uzanan başka suçlamalar da gündeme getirilmiştir ve bütün bunların sebebi, devrin siyasi gelişmeleridir.
Bütün bu ifadeleri, büyükbabamı koruma dürtüsüyle kaleme aldığımı düşünebilirsiniz. Ama, cedlerimize sahip çıkmamız bizde bir gelenektir ve iddiaların gerçeklere değil de söylentilere dayanması durumunda bu iş zaten bir görev hálini alır.
Dolayısıyla, bir konuyu daha gündeme getirmek istiyorum: Sarıkamış feláketinin sorumluluğu Osmanlı Orduları’nın fiili başkumandanı Enver Paşa’ya ait ise, Çanakkale Zaferi’nin şerefi de aynı şekilde ona aittir. Zira, her iki muharebe sırasında, ordunun başkumandanı odur!
Vatanları uğruna şehid olan kahramanlarımızın ruhları için dua ederken, tarihi tarihçilere bırakalım. Bizleri, gerçekler konusunda tarihçiler aydınlatsın ve şanlı bir geçmişi söylentilerin, dedikoduların ve tahminlerin örtmesinden kaçınalım."