İstanbul’un altında keşfedilmeyi bekleyen kilometrelerce gizli yol var

Geçen hafta yazdığım ve İstanbul’un kurucusu olan İmparator Konstantin’in bundan 1600 sene önce yaptırttığı surlarla şehrin en eski limanının ortaya çıkartılmasından sözettiğim yazım hem yerli, hem de yabancı basında bir hayli ilgi gördü ve bu ilgi, bana İstanbul’da yine yüzlerce sene öncesinden kalan ama bugüne kadar üzerinde neredeyse hiç durulmamış ve mevcudiyetleri sadece söylentilerle sınırlı kalan diğer bazı tarihi mekánları hatırlattı: Şehrin altında várolan dehlizleri...

İşte, İstanbul’un özellikle eski semtlerinin altındaki köstebek yuvasını andıran bu dehlizlerin ve yeraltı yollarının kısa öyküsü... Burada şehrin yeraltı yolları hakkında kısa bilgiler veriyor ama nerelerde olduklarını söylemiyorum, zira, dehlizlerin girişlerinden bahsettiğim anda mekánların bir anda hazine avcılarının akınına uğrayıp savaş alanına döneceklerinden adım kadar eminim.

YENİKAPI’da ortaya çıkartılan 1600 yıllık Bizans surlarından ve İstanbul’un ismine bugüne kadar sadece tarih kitaplarında rastlanan en eski limanının bulunmasından bahsettiğim geçen haftaki yazım, sadece bizde değil, yabancı basında da bir hayli ilgi gördü. Reuter başta olmak üzere birçok haber ajansı kazı alanının görüntülerini yayınlarken, İstanbul’da bugüne kadar yapılmış olan bu en büyük arkeolojik buluş, çok sayıda yabancı gazetede de haber olarak çıktı.
/images/100/0x0/55ea1aa4f018fbb8f86b7b67
Yazımda sözünü ettiğim Bizans kalıntılarının böylesine ilgi görmesi, bana İstanbul’da yine yüzlerce sene öncesinden kalan ama bugüne kadar üzerinde neredeyse hiç durulmamış, hakkında pek bir yayın yapılmamış ve mevcudiyetleri sadece söylentilerle sınırlı kalmış bulunan diğer bazı tarihi mekánları hatırlattı: Şehrin altındaki dehlizleri...

Önce, konuyu kısa bir şekilde anlatayım: İstanbul’un özellikle eski semtlerinin altı, yüzlerce sene öncesinden kalma dehlizlerle doludur ve o semtlerin toprağın altında kalan kısmı tam bir köstebek yuvasını andırır. Dehlizlerin bazısı Osmanlı, bazısı Bizans, bazısı da Bizans’tan bile önceki zamanlardan kalmadır. Mevcudiyetlerini çok az kişi bilir ve dehlizlerden bırakın turistik broşürleri, arkeolojik kitaplarda bile bahsedilmez.

GEZDİĞİM İÇİN ŞANSLIYIM

Ben, İstanbul’daki bu yeraltı yollarının varlığını çocukluk yıllarımdan itibaren işitir ve dehlizlerle ilgili çok sayıda efsane duyardım. Şehri baştan başa katettikleri söylenir, "Bir ucundan girdin mi saatler boyu yürüyüp diğer ucundan çıkar ve kendini şehrin öbür tarafında bulursun" derlerdi. Hattá sadece mahalleleri değil, Boğaz’ın iki sahilini bile birkaç yerden birbirine bağladıkları anlatılırdı. Bizans zamanında imparatorlar ve patrikler güya gizli temaslar yapacakları zaman gidecekleri yere yeraltından gider, böylelikle gözlerden uzak olurlardı ve dehlizler öncelikle işte bu işe yarardı.

İstanbul’un bu yeraltı yolları, eski masallara bile konu olmuşlardı. Meselá bir Türk serdengeçtisi Bizans İmparatoru’nun kızına áşık düşer; kızı kaçırıp Hipodrom’daki, yani bugünün Sultanahmet’indeki dehlizlerden birine girer, elindeki meşaleyle aydınlattığı karanlık yolda birkaç saat boyunca bazen el yordamıyla yürüyüp Boğaz’ın karşı sahiline geçer ve İmparator’un hákim olamadığı topraklara ulaşıp sevgilisiyle beraber mesud bir hayat kurardı.

KÖSTEBEK YUVASI GİBİ

Yeraltı yollarından bazılarının mevkilerini sonraki senelerde öğrenebildim, hattá dostlarımla beraber içlerine de girdim ve dehlizlerde şartların elverdiği ölçüde gezip dolaştık. Ama dehlizlerin bazılarında toprağın çöküp yolları kapatması, bazılarında da etrafımızı belli bir mesafeden sonra ellerimizdeki fenerlerin bile aydınlatamadığı derin bir karanlığın sarması yüzünden daha ilerilere gidemedik. Kısa dehlizlerin çıkış noktalarına ulaşabildik ama daha uzun olanların nerelere gittiğini bir türlü öğrenemedik.

Şimdi, bu dehlizlerin ne vaziyette olduklarından bahsedeyim:

Bir kısmının duvarları ve tavanları tuğlalarla örülüdür. Bazıları tek bir yoldan ibarettir, bazılarında ise girişten 40-50 metre sonra bir yol ağzına ulaşırsınız ve önünüze değişik yönlere uzanan başka dehlizler ortaya çıkar. Bütün bu bilinmezliğin ortasında bilinen tek bir şey vardır, o da İstanbul’un altını baştanbaşa dolaşan yollar hakkında hiçbirşey bilmediğimiz, hiçbir bilgiye sahip olmadığımızdır.

İşte, İstanbul’un altında uzanan ve devásá bir köstebek yuvasını andıran bu dehlizler, asırlardan buyana ortaya çıkartılmayı ve üzerlerindeki esrar bulutunun dağılmasını bekliyorlar.

Burada, yeraltı yolları hakkında sadece bu kadar yazmakla yetinmek ve yolların nerelerde olduklarını söylememek zorundayım. Zira, dehlizlerin girişlerinden bahsettiğim anda kazma-kürekle çalışanından teknolojiye uyup dedektör kullananına kadar ne kadar hazine meraklısı varsa tamamının yeraltı yollarına dolacağından ve keşfedilmeyi bekleyen dehlizlerin bir anda savaş meydanına döneceğinden adım kadar eminim.

İŞ, ARKEOLOGLARA DÜŞÜYOR

Paris’i, Londra’yı yahut Glaskow’u yakından tanıyanlar gayet iyi bilirler: Bu şehirlerin altında yüzlerce sene öncesinden kalan ve şimdi gayet iyi korunan geniş mekánlar vardır ve bu mekánlar apayrı birer şehir gibidirler. Hattá, Paris’te kısa bir zaman öncesine kadar çok kişinin yaşadığı bu yeraltı mekánlarına şimdi gayet elit bir kesim sahip çıkmıştır ve buralarda verilen davetlerle yapılan toplantılar, katılanlarda bambaşka bir álemde oldukları hissini uyandırır.

Hem Avrupa’daki, hem de İstanbul’daki yeraltı şehirlerini görüp gezmiş bir kişi olarak söylüyorum: İstanbul’un dehlizleri, Avrupa’daki benzerlerinden daha eski olmasının yanısıra, çok daha esrarlı ama daha sıcak bir havaya sahiptir ve ortaya çıkartıldıkları anda cazibe merkezi olurlar. Ben, Konstantin’in kayıp surlarını ortaya çıkartan arkeologlarımızın günün birinde "yeraltı İstanbul’u"na da el atacakları ve binlerce senelik şehrin yerin altında unutulup kalmış olan simetriğini de bulacakları günü hayal ediyorum.

Bu kitap, ittihad ve Terakki’nin birçok sırrını aydınlatıyor

SON dönem Türk Tarihi’nde çok önemli bir yeri olan İttihad ve Terakki Partisi hakkında bugüne kadar bir hayli araştırma yapıldı ama bu çalışmaların çoğu, araştırmacıların orijinal belgelere ulaşma konusunda karşılaştıkları zorluklar sebebiyle Parti’nin gerçek kimliğini tam olarak yansıtmaktan uzak kaldı.

Kendisi de bir İttihadçı olan Muhittin Birgen’in "İttihad ve Terakki’de On Sene" adıyla geçtiğimiz haftalarda iki cild halinde yayınlanan hatıraları, tarihimizin bu son derece önemli siyasi partisinin üzerindeki bilinmezliği bir ölçüde kaldırıyor.

Hem Osmanlı, hem de Cumhuriyet Meclisleri’nde milletvekili olarak bulunan ve bir ara Mustafa Kemal Paşa’nın Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü’nü de yapan Muhittin Birgen’in hatıraları, 1936’da Son Posta Gazetesi’nde bir yıl boyunca yayınlanmış ama gazetelerin sararmış sayfaları arasında kalmış ve verdiği bilgilerden gerektiği şekilde istifade edilememişti.

Prof. Zeki Arıkan’ın hazırlayıp doyurucu ve uzun bir önsözle yayınladığı hatıralar, İttihad ve Terakki ile ilgili bazı bilinmezlere ışık tutuyor ve kitabın en önemli kısmı da, bence hemen girişindeki birkaç cümle: Muhittin Bey’in, partinin lideri Talát Paşa’ya "İttihad ve Terakki nedir?" diye sorması ve Paşa’nın "Ne olduğunu ben de pek bilmiyorum, ama idaresi pek müşkül birşey" cevabını vermesi.

Zeki Arıkan’ı, bu unutulmuş hátıraları bize 70 sene sonra kazandırdığı için tebrik ediyorum. Darısı, İttihadçılar’a ait olan ve gazetelerle dergilerin sayfaları arasında sıkışıp kalmış diğer hátırátın başına.

Latince fakiri Latince hocaları! Acaba biraz olsun utandınız mı?

TÜRKİYE, geçen haftayı Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde "zindan" olduğu iddia edilen yerin girişinde bulunan ve "Tanrı’nın Bulunmadığı Yer" anlamına gelen "Inde Deus Abest" deyiminin sahte olup olmadığını tartışmakla geçirdi.

Derken, bize mahsus bir tuhaflık yaşandı: Bir kesim, yazının sonradan yazılmış olduğunu söyleyen Kültür Bakanı Atilla Koç’un kitabenin üzerini örtmek istemesinin "láikliğe aykırı" olduğunu iddia etti ve iş dönüp dolaşıp her nedense bir "láiklik tartışması" halini aldı.

Ama, yazının taşa son zamanlarda, üstelik bundan birkaç sene önce kazındığı hemen ilk bakışta anlaşılıyordu. Zira, málum yazıyla Latince kitabeler arasında hiçbir şekil benzerliği olmaması biryana, "Inde Deus Abest" sözünde harf hatası bile yapılmıştı. Eski Latince metinlerde "U" harfi yerine "V" kullanılırdı ve sadece bu yanlışlık bile müzedeki yazının düzmece olduğunu göstermedeydi.

Geçen hafta "Deus sözünde ’U’ değil ’V’ vardır" diye yazmamdan sonra, isimlerinin başında "Latin dilleri uzmanı" yahut "Latince Profesörü" unvanını taşıyan bazı hanımlar ortaya çıkıp "Kitabe doğrudur ve eskiden kalmadır" kehanetinde bulundular. Derken, Bodrum Müzesi’nde görevli bir teknisyen, valiliğe verdiği dilekçeyle işin aslını açıkladı: Tartışma konusu olan yazı, müzenin sabık müdürü Oğuz Alpözen’in emriyle bizzat bu teknisyen tarafından yazılmıştı ve sadece 13 yıllıktı.

Ben, gerçeğin artık ortaya çıkmasından sonra bir hususun merakındayım: Gözlerinin önündeki koskoca bir taşın üzerindeki Latince yazının hem şekil, hem de imlá bakımından sahte olup olmadığını ayırdetmekten áciz Latince hocalarının şimdi neler hissettiklerinin, en azından utanıp utanmadıklarının ve öğrencilerinin yüzüne nasıl bakacaklarının...

Ama, Osmanlı tarihçilerinin çoğunun Osmanlıca, Bizantologlarının da Grekçe bilmediği bir memlekette Latince hocalarının hepsinin Latince’den anladıklarını zannetmek biraz safdillik oluyor...
Yazarın Tüm Yazıları