Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Anadolu’da da, farklı medeniyetlerin saldırılarından ve tehditlerinden korunmak için yapılan onlarca yeraltı şehri var.
Arkeoloji meraklıları ve keşfetmeyi seven Ankaralılar bunları duyduğunda doğal olarak Nevşehir’i, Ürgüp’ü, Göreme’yi ve yine o bölgede ve çevresinde yer alan Derinkuyu, Kaymaklı, Mazı gibi yeraltı şehirlerini düşünüyor.
Herkesin bildiği ve binlerce kişinin ziyaret ettiği bu yapıların yanı sıra Ankara’da da keşfedilmeyi bekleyen bir yeraltı şehri var: Mahkeme Ağacin.
İLK HRİSTİYANLAR İNŞA ETMİŞ
Osman Erbasan da kitapları hayatının merkezine konumlandıranlardan birisi. Hayatında, hayallerinde ve hedeflerinde hep kitaplar var. 28 yaşındaki Erbasan’ın hikâyesi de yazar olma hayaliyle başlamış. Hatta ‘Ottoman’ mahlası ile yazdığı ‘Çay Kaşığı’ isimli kitabını çıkarabilmek için Gazi Üniversitesi’nin İşletme Bölümü’nde derslerine devam edememiş. (Lisede arkadaşlarının kendisine Ottoman dediğini ve mahlasının buradan geldiğini de ekleyelim.) Gazi Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bıraktıktan sonra aynı üniversitenin Maliye Bölümü’nde yeniden okumaya başlamış. Gelecekte yayın evi sahibi olmayı planlıyor ve bu zorlu yolu da farklı bir yöntemle katetmeye karar vermiş.
POSTA KUTULARINA, DURAKLARA İLAN
Erbasan, hazırladığı ilanlarla kitap bağışı topluyor. Ve bu yöntemle de kısa sürede binlerce kitaba sahip oldu. Ev ev, kapı kapı gezerek ilanlarını posta kutularına, zillere bırakıyor, en işlek noktalardaki otobüs duraklarına yapıştırıyor. İlk olarak arkadaşıyla beraber kitapçı açma projeleri olduğunu, “Sahaftirik adında bir kitapçı açalım, Türkiye’deki en ucuz kitabı satma iddiasıyla çıkalım dedik. Ama bunun çok büyük maliyeti vardı. Sistemi idare edecek kadar, çok cüzi bir rakamla geçinmemize yetecek kâr marjı hedefiyle çıktık yola. O konuda pek başarılı olamadık. Halen aklımızda, yapmayı düşünüyoruz” sözleriyle anlatıyor Erbasan.
OKULDAKİ HOCALARI GEZEREK BAŞLADI
O proje gerçekleşmeyince de farklı bir yola başvurmuşlar. “3 yıl önce okuldaki hocalarımızı gezerek başladık bu işe. Atmayı ya da vermeyi düşündüğünüz kitaplarınız varsa biz alırız dedik. Biraz topladık ancak umduğumuzu bulamadık. Daha sonra tek başıma girişimde bulundum ve kapı kapı gezmeye başladım” diye devam ediyor Erbasan. Fakat tek tek zillere basıp konuyu izah etmenin çok uzun zaman aldığını ve insanları rahatsız ettiğini düşündüğü için ilan hazırlamaya karar verdiğini Erbasan, şu sözlerle anlatıyor:
6 AYDA ÇANKAYA’DAN 6 BİN KİTAP
“Ancak ilanım biraz uzundu. Hem bana pahalıya mâl oluyordu hem de geri dönüşler açısından insanlar uzun bir ilan okumayı tercih etmiyorlardı. İlanlarımı kısalttığım bir sistem oturttum. Oturduğum yerlerde (Mamak) denemelere başladım, geri dönüşler olmadı. Uzun bir ara verdim. 6 ay önce de tekrar Çankaya bölgesinde ilan dağıtarak yeniden giriş yaptım. Sistemli bir şekilde yapınca bayağı olumlu sonuçlar aldım. Ayrancı, GOP ve Bahçelievler’den 6-7 ay içerisinde 6-7 bin kitap topladım. Ben de geçen yıl kendi kütüphanemi indirerek kitap satmaya başlamıştım. Oradan elde ettiğim gelirle de internet ortamında kitap satın almaya başladım.”
30 yaşındaki zihinsel engelli Muhammed Yalçın ise, ‘engel’in sözlükteki anlamını boşa çıkaranlardan biri...Yaptığı resimlerle dünya çapında üne sahip olan Muhammed’in tutkusu, doğup büyüdüğü ve halen yaşadığı Altındağ Kargalı Sokak 27 numaradaki gecekondunun duvarlarına yansıyor. Evinin bulunduğu ‘gri’ sokağa girdiğinizde, daha çok uzaklardan rengarenk duvarlarıyla Muhammed’in resimleri karşılıyor. Eserleri, ‘Art Brut’ yani ‘Ham Sanat’ olarak adlandırılıyor. Hayal dünyasını yansıtan, gökkuşağı gibi renkli çocuklar, gülen yüzler, çiçekler ve çizimler evin duvarlarını süslüyor.
ZİYARETÇİ SAYISI 2 BİN’İ GEÇTİ
Evin içine girdiğinizde ise masal gibi bir dünyaya açılmış hissine kapılıyorsunuz. Duvarlar, merdivenler ve hatta zemin bile tamamen Muhammed’in resimleriyle kaplı. Kendisine büyük destek olan babası Hasan Yalçın ve annesi Aysel Yalçın, Muhammed’in bugüne kadar onlarca sergi açtığını söylüyor. Hasan Yalçın, “Bugüne kadar evi ziyaret edenlerin sayısı 2 bini geçti” diyor. Hatta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bile Muhammed’i evinde ziyaret etmiş. Anne Aysel Yalçın ise, evi görmeye gelen bir ziyaretçi ile yaşadıkları anıyı, “Bazıları ev diye içeri girmeye utanıyor. Muhammed bir keresinde almış birisini yukarı getirmiş. Adam içeri girdi ama ev olduğunu bilmiyormuş. Utanarak hemen dışarı kaçtı” sözleriyle anlatıyor.
KANTİN DUVARINI BOYAYARAK BAŞLADI
Muhammed’in resim tutkusu, 2009’da gittiği bir özel eğitim okulunda başlamış. Baba Hasan Yalçın, okulda kağıtlara resim yapan Muhammed’in ünlü ressam Harun Antakyalı ile tanıştıktan sonra hayatının değiştiğini belirterek, şöyle konuşuyor: “Ressam Harun Antakyalı’nın desteğiyle okulun kantin duvarlarını boyamayla başladı hikâyesi. Daha sonra orada bir sergi de açtılar. Okulda 2 sene boyunca eğitimine devam etti. Eğitimi bitip mezun olunca, Harun Antakyalı ‘Muhammed’i benim atölyeme gönderir misin’ dedi. Okuldaki 4 arkadaşıyla birlikte bir sene boyunca da Antakyalı’nın atölyesine gitti.
BÜTÜN EVİ İKİ SENE İÇİNDE BOYADI
Sakarya Meydan Savaşı’nın yaşandığı ve Milli Mücadele yıllarındaki önemiyle bilinen Polatlı topraklarındaki tarih, aslında antik çağlara kadar uzanıyor.
M.Ö. 1200’lü yıllardan başlayarak M.Ö. 900’lü yıllara kadar Anadolu’ya göç edip yerleşen Frigler’in kenti, Polatlı’ya 20 kilometre uzaklıkta yer alan Yassıhöyük Mahallesi, nam-ı diğer Gordion olarak biliniyor. Mitolojide, tuttuğu her şeyi altına çevirdiği söylenen ve ‘Eşek Kulaklı’ olarak anılan Frigler’in efsanevi kralı Midas’ın tümülüsü; yani mezarı da burada yer alıyor.
KAZISINI ZONGULDAKLI MADENCİLER YAPTI
Gordion ve çevresinde, Frig soylularının mezarının bulunduğu çok sayıda tümülüs yer alıyor. Bunlardan en büyüğü ve ihtişamlısı ise Kral Midas’a ait olduğu söylenen, 55 metre yüksekliğe ve 300 metre genişliğe sahip olan Midas Tümülüsü’dür. Midas Tümülüsü, Yassıhöyük’e yaklaştıkça uzaklardan bile heybetiyle büyülüyor. Gordion’un ilk keşfi, 1901’de, Gustav ve Albert Koerte kardeşler tarafından yapılıyor. Daha sonra 1951 yılında Pensilvanya Üniversitesi’nden arkeolog Rodney S. Young tarafından çalışmalar başlatılıyor. 1957 yılında Zonguldaklı madenciler tarafından kazısı yapılan tümülüs, 1960’ların başında Türk mühendislerin başarılı çalışmalarının ardından ziyarete açılmış.
MEZAR KAPATILMADAN YENEN SON YEMEK
Dünyanın en büyük 2. tümülüsü olarak bilinen Midas Tümülüsü’ne uzun ve dar bir koridordan giriliyor. Yaklaşık 100 metrelik yürüyüş sonrasında mezar bölümüne ulaşılıyor. Ancak mezar odasına girilmiyor. Demir parmaklıkların ardından binlerce yıllık dev ağaç tomruklarla korunan mezar odasına küçük bir açıklıktan bakabiliyorsunuz. Dünyanın en eski ahşaptan yapılan mezar odasındaki devasa tomrukların demir konstrüsiyonla desteklendiği de göze çarpıyor. Kazılar sırasında ortaya çıkan ahşap mezar odasında, Kral Midas’a ait olduğu düşünülen kemikler, fibulalar(çengelli iğne), bakır ve tunç kaplarla karşılaşılmış. Mezar odasından çıkan kemikler ve antik eserler Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergileniyor. Bilim insanlarının mezardan çıkan parçalar üzerinde yaptığı incelemelerde Kral Midas’ın mezar odasında son bir yemek yendiğine ve menünün acı et güveci, mercimek lapası ve ballı bira olduğuna kalıntılardan ulaşılmış.
1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’yle beraber yerleştiğimiz Anadolu toprakları, 11. yüzyıldan beri biz Türkler tarafından yönetiliyor. Neredeyse bin yıldır hüküm sürdüğümüz bu güzel coğrafyanın isminin nereden geldiği ise halen merak konusu..
Etimolojik olarak Anadolu sözcüğünün Yunancadan türediği bilinse de, bu konuyla ilgili çok ilgi çekici bir efsane Ankara’ya 80 kilometre uzaklıkta yer alan Kızılcahamam’ın Taşlıca Mahallesi’nde yüzyıllardır anlatılmaya devam ediyor.
BİR BAKRAÇ AYRANLA ORDUYU DOYURDU
Rivayete göre Anadolu isminin, Taşlıca’daki Ayran Taşı ve Kırmızı Ebe’den geldiği söyleniyor. Anadolu Selçuklu Devleti Hükümdarı Alâeddin Keykubad, ordusuyla beraber fetihlerine devam ederken Taşlıca’dan geçer. Burada yaşayanlar ‘orduyu nasıl ağırlayacağız’ telaşına kapılmışken Kırmızı Ebe, sırtında yavrusu ve elinde bir bakraç ayranla çıkagelir. Yanaklarının ve başına bağladığı örtünün kırmızısından dolayı bu ismi alan Kırmızı Ebe, askerlere ikram etmek için getirdiği bakracındaki ayranı ağaçların arasındaki taş oluğa döker. Askerler de hem ayran içmek hem de kaplarını doldurmak için sıraya geçer. Kırmızı Ebe ile askerler ayran içip kaplarını dolduran askerlerle şöyle bir diyalog yaşanır:
-Doldurun gazilerim,
Hele ki simidiyle meşhur Ankara’da, vatandaşlar bunu çok daha iyi bilir. Başkent’te, tablada simit kültürü halen devam ediyor ancak bunu alışılmışın dışında bir şekilde yapan birisi var.
Hem de ödüllü.
48 yaşındaki İsmet Dağ, 30 yıldan fazla bir süredir simitçilik yapıyor.
Ama sokakta gördüğümüz diğer simitçilerden çok daha farklı. Zaten onu gördüğünüzde farkı hemen anlıyorsunuz.
Bordo renkli papyonu, aynı renkte yeleği ve önlüğü ile dikkat çekiyor. Sağ elinde taktığı mor renkli eldiveni ile çıkıyor yollara.
Doğma büyüme Ankaralı olan İsmet Dağ, ortaokul yıllarında yarı zamanlı olarak başlamış simitçilik kariyerine. Daha sonra lise yıllarında tam zamanlı olarak devam etmiş.
Nevheşir’in Ürgüp, Göreme, Uçhisar, Avanos gibi bölgelerinde gün doğumuyla birlikte ortaya çıkan eşsiz manzaralar, balonların havadaki büyülü görüntüsü, peri bacalarına kurulmuş otellerde konaklama keyfi herkesi mest eder. Ancak, Ankara’dan yaklaşık 270 kilometre uzaktaki Kapadokya’ya, milyonlarca yılda oluşan bu doğa harikalarını görmek için giden Başkentlilerin bilmediği bir şey var:
Ankara’nın mini Kapadokyası...
Yani, Abacı Peri Bacaları.
YOL ÜSTÜNDE MUHTEŞEM MANZARALAR
“Ankara’da peri bacası mı var?” sorularını bir kenara bırakarak, burnumuzun dibinde keşfedilmeyi bekleyen bu eşsiz mekanın nerede yer aldığını inceleyelim.
Çocukluğu 1990’lı yıllarda geçen hemen hemen herkes bu nakaratla beraber ekran karşısına geçip Minik Kuş’u, Kırpık’ı, Edi ile Büdü’yü, Kurabiye Canavarı’nı, Kurbağacık’ı, Açıkgöz’ü, Tahsin Usta’yı, Zehra Teyze’yi, Nihat Amca’yı, Hakan Abi’yi, Sabiha Teyze’yi ve Zeynep Abla’yı izlemek için can atardı.
Dünyada, Sesame Street adıyla bilinen çocuk programı, Türkiye’de, Susam Sokağı olarak hayat buldu. 1989’da TRT’nin Ankara Kavaklıdere’deki Sefaretler Stüdyosu’nda çekimleri başlayan Susam Sokağı, 1990’a kadar iki sezon boyunca yaklaşık 250 bölüm olarak kaydedildi.
Çocukların büyük ilgisini toplayan program, biri sabah biri akşam olmak üzere günde iki kez yayınlanıyordu. Maalesef sadece iki sezon çekilen Susam Sokağı’nın daha sonraki yıllarda eski bölümleri yayınlandı.
Sadece bir sokak değil, çocukların hayallerinin yaşadığı bir dünyaydı Susam Sokağı. Herkesin kendinden ve çevresinden bir parça bulduğu bu sokak sayesinde bazı çocuklar okula bile başlamadan saymayı ve harfleri öğrenmişti. Çocuklara sevgiyi, paylaşmayı, hoşgörüyü, arkadaşlığı öğreten bu programda gerçek karakterlerin yanı sıra, kuklalarla canlandırılan hayali karakterler de vardı.