O dönemde lüfer 14 cm boyda avlanıyordu. Yani balık bir kez bile üremeye fırsat bulamadan biz onu telef etmiş oluyorduk. Oysa, sürdürülebilirliğin yolu bir canlıya en az bir kez üremesi için izin vermekten geçiyor. Biz lüferi 14 cm iken avlayarak, onun yok oluşuna kapı açıyorduk.
Biz denizlerinde stok araştırması yapmamış, denizlerinde ne kadar balığı olduğunu bilmeyen bir ülkeyiz. Yine de balık avı rakamı üzerinden lüferde çöküş olduğu fark ediliyordu.
*
O dönemde bir yandan Greenpeace, bir yandan Slow Food, Fikir Sahibi Damaklar lüferdeki tehlikeyi görerek kampanyalar başlattılar. Slow Food, İstanbul’daki lokantalarla 24 cm’nin altında lüfer satmamaları için işbirliğine gitti. Hale baskın yapıldı, balıklar ölçüldü. Kamuoyunda çinakopun yavru lüfer olduğu kavrayışı oturtuldu ve lüferin avlanma boyunun yükseltilmesi talep edildi.
Bursa Orhaneli’deki termik manzarası önünde burada yıllardır mücadele veren biri konuşuyor: “Bursa zaten çarpık sanayileşme nedeniyle kirliydi. Şimdi iyice kirlendi. Bursa artık yeşil bir şehir değil, gri bir şehir.”
Manisa Yırca’da “Ben devlet memuruyum. Türkiye’yi dolaştım” diyen köylü kadın, emekliliğini temiz havada geçirmek üzere köye döndüğünden ama pişman olduğundan söz ediyor; “Termik santral istemiyoruz” diyor.
Sinop Gerze’den Çanakkale Karabiga’ya, İzmir Aliağa’dan Manisa Yırca’ya, Zonguldak’tan Sinop’a, Bartın’dan Şırnak’a, termik santral yapılan ve yapılması planlanan yerleri dolaşmış “Kara Atlas” belgeseli.
Yönetmen Umut Vedat kamerasını köylülere çevirmiş, seslerine ses olmuş; halkın sokak eylemlerine katılmış, onlarla gece nöbetlerinde buluşmuş, protestolarla yaptırılmayan ÇED toplantılarına katılmış; isyanlarını, üzüntülerini, sevinçlerini, kazanımlarını kayıtlara geçirmiş.
“Kara Atlas”ta santrallerin temiz yöntemlerle kuruldukları iddiasından ne kadar uzak olduğu, bulundukları yerlerde su rezervlerinin nasıl tükendiği ortaya konmuş.
Belgeselde, tüm Türkiye’yi dayanışmayla peşine takmış Yırca’nın hikayesine kayda değer bir yer ayrılmış.
Yırca’nın kahraman muhtarı Mustafa Akın’ın, CHP milletvekili Özgür Özel’in insan ve doğadan yana çabasını görmek, o günleri hatırlamak insanın içini ısıtıyor.
Nükleer santral ve Kanal İstanbul gibi büyük altyapı projelerine işsizlik fonu ve özelleştirme gelirlerinden kaynakla finansman sağlayacak Varlık Fonu maddeleri ve AOÇ konusunda Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne imtiyaz sağlayan madde muhalefetin ve kamuoyunun “Fakirden alıp zengine veriyorsunuz” tepkisi üzerine tasarıdan çıkarıldı. Hatta muhalefet, AKP’nin yapıcı eleştirileri dikkate alarak bu maddeleri tasarıdan çıkarmasını övgüyle karşıladı. Ancak birkaç gün sonra bu maddeler aynı haliyle Plan ve Bütçe Komisyonu’na yeniden getirildi.
*
Varlık Fonu bir yana, tasarı içinde duyulmayan, bilinmeyen bir madde vardı ki tasarı metni ortaya çıkınca fark edildi.
Madde 70’ten söz ediyorum. ‘Stratejik yatırım’ adı verilen, önemli görülen yatırımlara Bakanlar Kurulu kararı ile mali imtiyazlar (gümrük vergisi, sigorta vs) ve yasal imtiyazlar getiriyor.
5 yıldır hukuk mücadelesi veren, dahası hukuksuzlukla mücadele eden ve 7 aydır kızı Aylin kendisine hiç gösterilmeyen anne başından geçenleri anlatmış, “Adalet istiyorum” diye haykırmıştı. Bugün mikrofonu Murat Aydemir’in dayısı, kamuoyunun da yakından tanıdığı Erdem Holding ve Genpa Yönetim Kurulu Başkanı Zeynel Abidin Erdem’e uzatıyorum.
- Zarina’yla ilk ne zaman tanıştınız?
ABD’de Murat tanıştırmıştı. Çok zarif, çok dürüst, çok düzgün bir kızdı. Daha sonra ailenin önde gelenleri Osetya’ya gidip Zarina’yı ailesinden istedi. Evlendiler; çok mutlu olduk. Zarina’yı tüm aile çok sevdi. Fakat daha sonra benim havsalama sığmayan bir yığın problem yaşadı kızcağız. 2011’de araya girdim fakat kız kardeşim (Aydemir’in annesi), Murat ve Murat’ın babası her söylediğimin tersini yaptılar.
- Neler söylüyordunuz ki?
Şezlonglara uzanmış Ankara Oda Orkestrası’nın denizin ortasındaki salın üzerinde verdiği konseri izliyoruz. Suda oynayan çocuklar var. Annelerinin “Sessiz olun” uyarılarına aldırmadan çocuksu neşelerine kapılıp gidiyorlar.
Çok geçmeden müzik onları da etkisi altına alıyor ve çakıl taşlarının üzerinde oturmuş, konsere kilitleniyorlar. Güneş kayıp da gökyüzünün kızılıyla denizin laciverdi karışırken ne dert kalıyor akılda ne de tasa. Orkestra Vivaldi’nin Dört Mevsim’inin son notasını güneşin battığı anda vuruyor.
Fethiye Hillside Beach Club’da 6 yıldır her yaz bu vakitler aynı konser düzenleniyor. Tatilini konsere denk getirenler var.
Ben de konser için buradayım. Ama konser kadar bahçeyle de ilgiliyim. Geceleri, bahçeden buram buram kokular yükseliyor.
Aslında mayıs ve ekim aylarında koku atölyeleri yapılıyor. Atölyeye katılanlar ellerindeki kartlarla bahçeyi turluyor ve hangi kartın hangi bitkiye ait olduğunu tahmin ediyorlar.
Aylardan ne mayıs ne de ekim...
Atölye yok. Ben de kendi kendime bahçede uzun bir yürüyüşe çıkıyorum.
Kaos GL’nin internet sitesinde Yıldız Tar imzalı haberden olayın detaylarını öğreniyoruz...
Muhammed eşcinsel bir mülteci. Daha önce tehdit edilmiş, kalabalık bir erkek grubu tarafından kaçırılmış, tecavüze uğramış ve hayatı tehlikede olduğu için bir süredir mülteci olarak başka bir ülkeye gitmeye çalışıyormuş.
Geçtiğimiz hafta bir gece Aksaray’daki evinden çıkıyor, iki gün sonra kafası kesilmiş halde Yenikapı’da bulunuyor.
Muhammed’in ev arkadaşı Rayan sırf eşcinsel oldukları için daha önce yaşadıkları evden çıkmak zorunda kaldıklarını, Muhammed evvelden saldırıya uğradığında emniyete şikâyette bulunduklarını ama emniyetin hiçbir şey yapmadığını anlatıyor.
Annesine doğru koşuyor; ona bir koalanın ağacı pençeleriyle kavraması gibi sımsıkı sarılıyor. Bağırıyor, hüngür hüngür ağlıyor: “Yalvarıyorum baba! Beni annemden ayırma!”
Sonra kendini yere atıyor, oyuncak golf sopasını kapıyor; sopayla babasına ve pedagoga var gücüyle vurarak “Beni annemden ayıramayacaksınız! O benim annem! Köpekler, defolun buradan!” diye bağırıyor.
Aylin şimdi 8 yaşında. Annesi onu en son 7 ay evvel gördü. Eski eşi göstermiyor. Gerçi önceden gördüğü her sefer de yüreği tuzla buz oluyordu. Her görüşünde Aylin biraz daha mutsuzdu, darmadağındı. Tırnakları hep uzundu, simsiyahtı, dört kez üst üste bitlenmişti; bir keresinde üzüntüden ve stresten tek kaşı dökülmüştü.
Babasıyla gittiği tatil dönüşünde annesi “Nasıl geçti tatil?” diye sorduğunda Aylin’in cevabı “Çok iyi geçti. Ben her gün seni özledim. Babam da her gün seni öldürmeyi planladı” olmuştu.
Direnç’e doğar doğmaz Özofagus Atrezisi teşhisi kondu. Daha 1 yaşını doldurmadan 4 ciddi ameliyat geçiren Direnç, yaşıtlarından daha dezavantajlı.
Pek çok yiyeceği yutamıyor; vücudu normal seyrinde gelişemiyor, yürüme ve konuşma zorlukları yaşıyor.
Bu hastalığa sahip çocukların ameliyat masrafları devlet tarafından karşılansa da, sonraki süreç çok zorlu. Hep ek destekler gerekiyor.
Direnç mesela, emekleyerek yürümeyi öğrenemeyeceği için doğrudan ayağa kaldırıp yürütme yapıldı. Bu nedenle sonrasında, kol ve omuz kasları gelişemedi. Bu da kalem veya makas tutmada zorluklar yaşamasına neden oldu. Özel eğitimlerle antrenmanlar yaptırıldı.
Direnç’in ailesinin ekonomik durumu iyi olduğu için özel bir kreşe yollandı.
Ama eğer ailenin ekonomik durumu kötüyse çocuğun yaşıtlarıyla kaynaşabileceği bir okula gitmesi neredeyse imkansız.
Doktorların bu hastalığa sahip çocukların neler yaşadığına dair fikirleri yok. “Bir sorun var” diye gidiyorsunuz; gelip çocuğun kas sistemine bakıyorlar, “Bir şeyi yok” deyip sizi yolluyorlar. Sorun devam edince yine gidiyorsunuz, yine geri yolluyorlar. Üçüncü defa gittiğinizde azarlanıyorsunuz. Hastanelerdeki diyetisyenlerin çocukların nasıl besleneceği konusunda fikirleri yok. Çocukların neden konuşma zorluğu yaşadıklarını bilmiyorlar.