Paylaş
Siparişini veriyor, bardağın üzerine yazılmak üzere adını söyleyecekken, barista gözünü kırpıyor ve “O iş bizde” diyor...
Kahve hazırlanıyor, Helen Hunt bekliyor...
Barista ünlü oyuncuya kahvesini teslim ediyor ama...
O da ne? Bardağın üzerinde “Jody” yazıyor!
Helen Hunt, Jodie Foster ile sık sık karıştırılan bir isim.
Bu ilk hikaye de değil üstelik.
Kariyerinin daha erken dönemlerinde, Helen Hunt süpermarket kasasında onu Jodie Foster sanarak para almayı reddeden bir kasiyerle olan mücadelesini anlatmış David Letterman’a...
Kasiyer diretiyor, Hunt bir türlü onu ikna edemiyor, “Değilim, size yalvarıyorum, gerçekten değilim” diyor, sonunda oyuncu ehliyetini gösteriyor ve nihayet “Jodie Foster olmadığı” anlaşılınca kasiyer aldıklarının ücretini tahsil etmeye karar veriyor...
Helen Hunt, birkaç gün önce gerçekleşen bu “kahveci” olayını Twitter hesabından paylaştı.
“Jody” yazılı karton kahve bardağıyla birlikte yazdığı küçük nota karşılık olarak Starbucks’ın Twitter üzerinden dilediği özür ise insanı gülümseten türden... Helen Hunt’ın En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar aldığı “As Good As It Gets”e gönderme yapıyor: “Sorry about that! We hope the drink was as good as it gets!”
Hatırlarsanız birkaç hafta önce, bir basın toplantısında Murat Ünalmış, Kenan İmirzalıoğlu’na benzetilince soruyu soran muhabiri toplantıdan kovmuştu.
Hal böyle olunca bizim sulardaki “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” dünyasında neden böyle tatlı, akıllı atışmalar, özürler söz konusu olmuyor, insan merak ediyor. Mesela Ünalmış, bu benzetme sorusunu bir espriyle gole çeviremez miydi? Elbette çevirirdi...
Fakat bizim buralarda şöhret sahibi isimlerin “tanınmama/ karıştırılma” karşısındaki davranışları hayli can sıkıcı.
Can sıkıcı ama niye?
Herkesi tanımak zorunda mıyız? Onlara “ünlü” muamelesi yapmak zorunda mıyız?
Bu nasıl mümkün olabilir?
Artık milyon tane diziden, milyon tane programdan, hem ekrandan, hem sosyal medyadan ünlü ve yarı-ünlü ordusu akıyor üzerimize doğru.
Birilerini de tanımayıverelim izin verirlerse!
Senelerdir hayatımızda olan insanların “tanınma derdi” yok, fakat merdivenleri yeni tırmanmış, henüz yeni patlamış oyuncularda vaziyet fena.
Tanınmadıklarında hırçınlaşıyor, henüz “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” sorusunu soracak durumda da olmadıkları için –mesela- ortamı terk ediyor veya karşılarındaki insanlara çok kaba davranabiliyorlar.
Halbuki bunu espri konusu haline getirebilirler, dalga geçebilirler, hayatı kolay taraftan algılamaya bakabilirler...
Ama yok, illa tek kaş kalkacak ve “O sen benim hangi dizide oynadığımı bilmiyor musun?” bakışı fırlatılacak.
Herkes için geçerli bir söz: Gereğinden fazla umursadığınız ne varsa sizi esir alır...
İki tatlı hikaye
*Geçen gün annemin arşivinde rastladım bu fotoğraflara...
Hem güldüm, hem gözlerim doldu. Paylaşmak istedim.
60’ların başları...
Babam, İstanbul’da, Anadoluhisarı’nda oturuyor.
Bir köpeği var, adı Aslan.
Ona bebekliğinden beri bakan, besleyen kişi o...
1962’de annemle evleniyor ve çalışmak için başka bir şehre taşınıyor.
Babasını kaybeden Aslan yasta...
Aslan her gün kapıda babasının yolunu gözlüyor... Fakat babamın geleceği yok...
Ev ahalisi düşünüyor, taşınıyor, “Ne yapalım?” diyorlar...
Köpeciğin acısını bir nebze olsun dindirsin diye babamın bir portre fotoğrafını Aslan’ın yanı başına koyuyorlar...
Sonra da fotoğrafını çekip babama gönderiyorlar, “Senin Aslan çok dertli, fotoğrafına bakıp bakıp içleniyor, haberin olsun...”
* Bu fotoğraf da Haziran 1961’den...
Yine Anadoluhisarı’nda, bu defa fotoğrafta babam beslediği kazla...
Sabah işine kazdan gizli gitmek zorunda, çünkü kaz peşini bırakmıyor...
Eğer gizlice gittiğini görürse arkasından uçarak yetişiyor, babama iskele büfesinden bir çörek aldırmadan da geri dönmüyor...
Bu iş böyle bir süre devam etmiş.
Bir yıl sonra babam evlenmiş, evlendikten sonra, annemle beraber Anadoluhisarı’ndaki bahçede vakit geçirdiklerinde kıskanır, babama yaklaştırmazmış...
Paylaş