“Sarışın öğrenci ‘Saçını boyuyorsun’ diye derslere alınmayınca 2 yılda 3 lise değiştirdi...”
Pazartesi günü gazetelerin birinci sayfasında bu cümleyi okuyunca lise yıllarına ışınlandım.
Aradan 10 küsur yıl geçmesine rağmen hiçbir şey değişmemiş, onu anladım.
Hâlâ en büyük dert saç, baş, etek uzunluğu, çorap rengi, “Kravatını tak çocum”, “Saçını topla evladım” mı?
Üstelik bu defaki hakikaten gerçek ötesi. Kızcağız saçı sarı diye neredeyse öğrenimine devam edemeyecek! Sevgili büyüklerim! Yapmayın böyle, kulağınıza blokflüt üflerim! (O yıllardaki en büyük kabusumdu. Hâlâ blokflütle yaklaşandan korkarım.)
Neyse, hikayenin başına dönelim.
Uzuuun yıllar önce, baştan aşağı yemyeşil formaya tabi bir öğrenciyken, “Neden biz forma giyiyoruz?” diye sorardık. Verilen cevap hep aynıydı. “Çünkü (adı konulmamış) sosyal sınıflar var, aralarında eşitsizlik var, çocuk psikolojisi kendinde olmayanı görürse kötü etkilenir, zaten çocukları disipline sokmalıyız...”
Aynen bunun gibi daha bir yığın masalla uyutulduk.
Zaten eğitim sisteminde hiiiiç sorun yoktu. Sadece üniforma giyerek mükemmel bir nesil olarak yetişecektik.
Sürekli test çözecek, fakat bu testleri niye çözdüğümüzü bilmeyecektik.
Aramızda “Bu bilgiler hayatta ne işimize yarayacak?” sorusuna takan sivriler de sistem tarafından püskürtülecek, arka sıraların iflah olmaz öğrencileri olacaktı.
Tek tip adam adam olmak harikaydı.
Üstelik saçımız ya siyah ya da kahverengi olmalıydı. Çok iyi hatırlarım, saçımın rengini açıyorum diye okulda ne fırtınalar kopardı. Yıllarca “Fakat saçımda boya yok ki efem” diyerek direndikten sonra bir gün delirip kafamdan aşağı siyah boyayı döküvermiştim. Önceki gün sarı iken bir sonraki gün okula gotik kız gibi giderek insanları şaşırtmıştım.
Fakat okul için siyah iyiydi, siyah güzeldi. Yeter ki sarı olmasındı. Siyah saç bangır bangır “boya” diye bağırmasına rağmen hocalar “O saçlar kendi rengine boyanacak” demeyi kesmişti.
Hadi ben saçımın rengini açıyordum, tamam.
Fakat 17 yaşındaki ızmirli kızımız Merve Kulmaç’ın saçının rengi sarı! Sarı yahu! Bunu belgelerle ispatlamak zorunda kalıyor. Yoksa derslerden atılıyor!
Hâlâ bu anlaşılmaz zihniyetin devam ettiğini görmek, üstelik böyle absürd örneklerle görmek ne fena. şu öğrenci takımını bir rahat bıraksanız...
Gençlik kışın konserve torik
Havalar daha ısınmadı ya, çarşamba-cuma-cumartesi geceleri de bir yaz neşesinde olamıyor daha.
Nerede o sokaklara atılan masalarda keyif yapmalar, açık havada olmanın dayanılmaz hafifliği...
Kışın imkanlar sınırlı ancak anlayamadığım bir tür eğlence var ki, kış gecelerinin işkencesi.
Bakın size söyleyeyim, 18-35 yaş gençlik, kışın konserve torik.
Yahu şu havalar düzelsin de gece kuşları kimi mekanlara tıkılmaktan kurtulsun, rahatlasın! Ben anlamıyorum, biri bana bu bol temaslı gece sosyalleşmesini anlatsın. Bırakın dans etmeyi, kımıldamanın bile mümkün olmadığı mekanlarda hiçbir şey yapmadan dikilmek hangi eğlence kategorisine girer?
“Dikilmeci”lerin esas amacı flört, orasını anladık ama flört için belli bir alan, belli bir görüş açısı, hareket sahası lazım. Öyle piyade tüfeği gibi, hazırolda bekleyen adam nasıl flört etsin? Kaş göz ederek mi? Ayrıca sadece kafa, yüz görerek neyin flörtü? Adamın yüzü Brad Pitt ama ayakkabıları gondol (hani ucu uuppppuzun olan kösele ayakkabılardan).
Ne olacak şimdi? Adama durduk yere “Gondol ayakkabılarını da al git” diyemezsin ki...
Peki ne zaman kazık gibi dikilerek eğlenebilirsin?
Diyelim ki güzel bir konser vardır, nefis müzik dinleyeceksen sebat edersin.
Fakat öteki türlüsü... Oofff...
İtiş kakış içinde, bol dudak-kulak teması, ittirme ve sürtünme üzerine gelişmiş bir eğlence anlayışımız var!