Paylaş
Yoksa bu, benim gibi nostalji bağımlılarının bir karakter özelliği mi bilmiyorum...
Woody Allen’ın Paris’te Gece Yarısı adlı filminin ana karakteri Gil, 1920’lerin Paris’ine o kadar geri dönmek ister ki, bu dileği bir gün gerçek olur.
Geçmişe döndüğünde ise bu arzunun sadece kendi dönemine ait olmadığını görecektir...
20’lerin Paris’inde bir kadınla tanışır, Marion Cotillard’ın canlandırdığı güzel Adriana...
O da kendi zamanına burun kıvırmakta, 1800’lerin sonlarında, Paris’in altın çağı sayılan Belle Epoque zamanlarına dönmek istemektedir.
Bana da çok olur: Eski filmleri izledikçe, eski dönemlere ait romanlar, öyküler okudukça, hangi dönemden bahsediyorlarsa, o zamanlara dönmek, orada yaşamak isterim.
Bir zaman makinesi icat edilse sorgusuz sualsiz kullanacaklardan biri olurdum, buna eminim...
“Geleceğe mi gidelim, geçmişe mi Melike Hanım?” diye sorsalar, hiç düşünmez, “Efendim, istirham ediyorum, ivedilikle beni maziye götürünüz” derdim.
Yaşamadığım dönemlere merakım büyük ama yaşadığım dönemi daha tekrarlamak isterdim doğrusu...
Çocukluk yılları. Dünyanın kötülüklerinden habersiz olmayı, keşfetmenin heyecanını hissetmeyi, sokaklarda koşturmayı...
Özellikle de kendimize icat ettiğimiz oyunların içinde kaybolurken yaşadığım o “dünyadan kopma” hissini...
Biz o dünyadan kopma hissini sokaklarda yaşıyorduk.
Apartmanın arka bahçesinde çekirge peşinde koşarken, ip atlarken, saklambaç, yakartop, voleybol, istop oynarken...
Bisiklete binerken, paten kayarken, taşlardan, yapraklardan, deniz kabuklarından oyunlar icat ederken...
Kedim için kayabalığı tutarken, bahçede “Indiana Jones’çuluk” oynarken...
Evde oynadığımız oyunlarda bile dışarıya olmaya özenirdik, salondaki halı, desenleri ile birlikte kayalıklarla dolu bir ırmak olurdu, kanepe ise gemimiz... Tenten’in maceralarını canlandırırdık...
Bugünkü çocuklar bu kaybolma, oyun oynarken dünyayı unutma hissini tabletlerinin ekranlarında, bilgisayar oyunlarında ve dört duvar arasında yaşıyorlar.
Buna “oyun oynarken dünyayı unutma” demek güç tabii, ancak “uyuşma” kelimesiyle tanımlayabiliriz.
OMO’nun Çocuk ve Oyun araştırmasının sonuçlarına göre, Türkiye’deki çocukların yüzde 61’i ortalama bir saat ya da daha az süre sokakta oyun oynama şansı elde ediyor.
Buna, bir tür hapis hayatı demek mümkün.
Çevresel koşulları düşündüğümüzde, pek çok anne baba için evin içi, sokaklara göre daha güvenli.
Kontrol edebilecekleri bir çevrede, çocukları gözetimleri altındayken dört duvar arasında oynamalarını tercih ediyorlar.
Çocukların en büyük eşlikçilerini ise yakından tanıyorsunuz: Dizüstü bilgisayarlar, telefonlar ve tabletler.
Ait oldukları yer doğa
Prof. Dr. Yankı Yazgan dijital dünyaya doğan bir nesli, teknolojiyle iç içe büyümekten alıkoyamayacağımızı söylüyor, ancak çocuğun bu teknolojiyle kurduğu ilişkinin niteliğine dikkat etmek gerektiğinin altını çiziyor.
“Anahtar, teknolojiyi ve ekranları çocuk bakıcısı olarak ya da ilişkiyi, sahici deneyimi engelleyici biçimde kullanmamak.
Ekran ile ilişki artıp ekran hem bir oyun yeri hem de oyun arkadaşı haline gelince oyun dengesizliği karşımıza çıkıyor” diyor.
“En büyük eşlikçi” dedim biraz evvel, yalan değil.
Bilgisayar, telefon ve tabletler, oyun yerini, arkadaş ve oyunun kendisini bir yerde buluşturuyor.
Elimizdekiler “akıllı cihazlar” fakat bu anlamda pek akıllı sayılmazlar, doğru kullanılmadığında çocukların gelişimini yavaşlatıyorlar.
Ne yazık ki pek çok durumda en kolay çocuk oyalama yöntemi, tablet bilgisayarlar...
Her 10 ebeveynden 9’u çocukların gerçek ortamda spor yapmak yerine bilgisayar oyunlarını tercih ettiğini söylemiş.
Her iki kişiden biri ise çocuklarla dışarıda oynamak için vakti olmadığını belirtmiş.
Öte yandan, ebeveynler, sokakta oyun oynamanın çocukların gelişimi konusundaki katkılarının farkında...
Ekran-sokak dengesini sağlamak, çocuk gelişimi konusunda en önemli anahtarlardan biri.
Çocukları teknoloji çağından soyutlamak elbette manasız ancak sağlıklı çocuk gelişimi için “denge” konusuna kafa yormaya mecburuz.
Paylaş