Lezzet peşinde koşturanların sayısı her geçen gün artıyor. Tur şirketleri ilginç ve lezzetli rotaları satmakta pek zorlanmıyorlar.
Bu listedekilerin çoğu Avrupa kentlerinde. Yani Türk gezginlerinin sıklıkla seyahat ettikleri ülkelerde. Eğer yolunuz bu kentlere düşerse, listedeki ‘Lezzet Tapınakları’na uğramanızı öneririm. Damağınızda unutulmaz tatlar kalacağından emin olabilirsiniz.
White Rabbit - Moskova
Şefler bu restoranda modern Rus Mutfağı’nı inşa ediyorlar. Hem de yörede yetişen sebzeleri, kaba saba siyah köy ekmeklerini, siyah havyarı, lahanayı kullanarak. Yemeklerinin yanı sıra manzarası da büyüleyici. Moskova’yı tepeden seyrediyorsunuz. Özellikle geceleri ışıl ışıl görüntüye doyum olmuyor. Önereceğim yemeklerin başında iyot kokulu Karadeniz istiridyeleri geliyor.
Lahana yapraklarına sarılmış tavşan eti, kızarmış patates dilimleri üstünde sunulan kaz ciğeri de şaşırtıcı derecede lezzetli. Bir yanda yemekler, bir yanda manzara. İnsan kendini ‘Alice Harikalar Diyarında’ masalının içinde geziniyor sanıyor. Burayı 2017 gezi listesinin en başına yazmalısınız.
Osterıa Francescana - Modena, İtalya
2016 yılının en iyi restoranı seçilen bu restoranın şefi yabancımız değil. Üç Michael’ın yıldız sahibi olan Massimo Bottura, İstanbul’da da bir restoran açmış ama müşteri bulamadığı için kısa bir süre sonra kapatmak zorunda kalmıştı. Şef Bottura, İtalya’nın en lezzetli bölgesi olan Emilla-Romagna’nın yöresel yemeklerini bir sanat eserine dönüştürüyor. Eğer ilginç ve unutulmaz bir yemek deneyimi yaşamak istiyorsanız, bu lezzet tapınağını 2017 gezi listesine yazmalısınız.
Kiraladığım arabayla Amerika’nın Seattle kentinden Kanada’ya doğru giderken biraz heyecanlıydım. Sınırı geçerken zorlanacak mıydım acaba? Çünkü, Türkiye’de Kanada vizesini almak için epey ter dökmüştüm. İstanbul’dan Ankara’ya giden pasaportum, aradan iki hafta geçmesine rağmen bir türlü geri gelmemişti.
Seyahate çıkmama birkaç gün kala, vize işlemlerini yapan aracı kurumu arayıp, vize isteğimden vazgeçtiğimi, pasaportumun hemen iade edilmesini istedim. Hürriyet’in Ankara bürosundaki arkadaşlar, pasaportumu elçilikten alıp bana gönderdiler. Sayfaları karıştırırken bir sürprizle karşılaştım: Kanada tam 7 yıllık vize vermişti.
Sınıra yaklaşırken bu macerayı düşünüyordum. Vizede bu kadar zorlayan ülke, sınır kapısında beni ne tür bir sorgu sualden geçirecekti acaba? Otomobille kısa kuyruğun arkasına takıldım. Sıram gelince pasaportu uzattım. Görevli, nereye gideceğimi ve kaç gün kalacağımı sordu. Söyledim. Giriş damgasını vurup, pasaportumu uzattı ve iyi tatiller diledi. Şaşırdım. Feribota binerken bile gişeden bu kadar hızlı geçemiyordum. İlk kez bir ülkeden diğer bir ülkeye böylesine çabuk geçmiştim.
Kanada’nın en batısındaki Vancouver kentine gidiyordum. Bir günlük yolculuktu bu. Kentin merkezinde amaçsızca dolaşıp, lezzetli yemekler yemeyi planlamıştım. Defterime birkaç önemli lokanta adresi not etmiştim. Yemek peşinde koşuşturmak, gezginler arasında moda oldu. Dünyada milyonlarca kişi artık, en lezzetli restoranlarda yemek yiyebilmek için yollara düşüyor. Doğa, tarih, deniz, güneş yolculukları adeta ikinci plana düştü. Onun için birçok kent, adını lezzet listesine yazdırabilmek için her türlü yolu deniyor. New York, Seattle, Portland, Vancouver, Paris, Sao Paulo, Amsterdam, Tokyo, Madrid, Londra bunlardan bazıları.
ÇİNLİLER ÇOĞUNLUKTA
Vancouver’daki ilk durağım yat limanı oldu. Güneşli, sıcak bir hava vardı. Deniz kıyısında bir kahveye oturdum. Geleni geçeni seyretmek, bana kent hakkında çok şeyler öğretir her zaman. Gittiğim her yerde mutlaka bu gözlemi yaparım. Vancouver, kozmopolit bir kentti. Göçmenler kenti demek daha doğru olurdu belki de. Etrafta dolaşanların çoğu Çinliydi. En kalabalık etnik grup Çinlilerdi zaten. Onları Japonlar, Almanlar izliyordu. Latin Amerikalılar, Vietnamlılar ve diğer ülke vatandaşları... Birbirleriyle iç içe geçen kültürler, çok renkli ve çok özgür bir kent ortaya çıkarmıştı. Vancouver, uyuşturucunun yasal satıldığı ilk Kanada kentiydi. Belli kurallara uyan herkes esrar, marihuana gibi uyuşturucuları satın almakta serbestti. Ayrıca satılması yasak olsa da kokain bağımlılarına ‘temiz iğne’ dağıtılıyordu.
KIYASIYA LEZZET YARIŞI
Adana denince akla ilk gelen yemek kebaptır. Hatta bu kentin mutfağının kebaptan ibaret olduğunu sananlar çoğunluktadır. Yani kebap, diğer yemekleri ezer geçer, gölgede bırakır. Bence de kebabın en lezzetlisi Adana’da yenir. Adanalı salaş kebapçılara daha çok rağbet eder nedense. Kebabın lezzeti mutfağın diğer kahramanlarını geri planda bırakır. Oysa bu mutfak et, bulgur, sebze, hamur ve baharatla yapılan muhteşem yemekleri barındırır. Çorbaları insanı mutlu eder. Hele güne kelle paça, dul avrat, mahluta, giligili, oğmaç çorbaları ile başlarsanız o günü daha çok seversiniz.
Adana yemekleri say say bitmez: Analı-kızlı, ekşili topalak, sarımsaklı köfte, munbar dolması, güveç, kabak çintmesi, içli köfte... Say say bitmez. Bu yemekler genelde evde pişer. Sokakta bulmak biraz zordur.
Ev yemekleri birbirinden güzel
Adana’nın lezzetli yemeklerini tatmak isterseniz size Reşat Bey Mahallesi’ndeki İkbal Lokantası’nı, Şakirpaşa Mahallesi’ndeki Hanımeli’ni, Hurmalı Mahallesi’ndeki Köy Sofrası’nı, Hilton Oteli’nin lokantasını öneririm. Ekşili, acılı, tatlılı yemekler sizi lezzetin doruklarına fırlatacak.
Adana’da kahvaltı önemli bir öğündür. Kahvaltıda ciğer yemek adettendir. Sabah erken saatlerde Adana sokakları buram buram ciğer kokar. Çünkü her köşe başında bir ciğerci dükkânı var. Hepsi lezzetli ama benim için Karşıyaka Sanayi Çarşısı’ndaki Ciğerci Kel Mahmut’un yeri başka. Kel Mahmut’un ‘yarı açık’ dükkânı salaş kelimesinin tam karşılığı! 50 yıldan beri esnaf sabahın erken saatlerinde ocağın karşısına geçip, ciğerli dürümü yer, sonra dükkânını açar. Kel Mahmut’tan işi devralan Gökhan Usta, kahvaltıdan sonra öğle ziyafeti için kebapları şişe saplar. Çarşının esnafı öğle yemeği için bir kez daha ocak başına oturur, bu sefer sıra kebaptadır.
Adana’da kahvaltı için bir başka seçenek de kelle-paça çorbasıdır. Bunun için önereceğim adres ise Özler Caddesi’ndeki Kuruköprü Paça Salonu. Burada içeceğiniz çorba, bütün hücrelerinizi uyandıracak kadar lezzetli. Pastırmalı sıcak humusu da tatmanızı da öneririm. Damağınıza yapışan lezzeti anlata anlata bitiremeyeceksiniz.
Bu keşif gezimde rehberim, İzmir’in damağı en gelişmiş şikemperverlerinden biri olan Ahmet Güzelyağdöken’di. Rahmetli Tuğrul Şavkay’dan miras kalmış bir gurme.
İZMİR'DE SICAK BOYOZLA GÜNE BAŞLAMAK
Sabahın erken saatinde başladığımız turun ilk durağı Alsancak’taki Dostlar Fırını oldu. Burada sıcak boyozla güne başlangıç yapacaktık. Boyoz Musevi asıllı bir tür poğaça. İlk yapan da Avram Usta. Arabasına doldurduğu patlıcanlı boyozlarını Kemeraltı’nda Kuyumcular Çarşısı’ndaki esnafa satarmış. Bu muhteşem hamur işini İzmirlilere tanıştıranın da Avram Usta olduğu söylenir.
Sabah erken saatlerde tüm Alsancak’ı kaplayan iştah açıcı kokuyu izlerseniz Dostlar Fırını’nı hemen bulursunuz. Bu fırın 1983 yılından beri boyoz yapıyor. İşin başına geçen genç kuşak, klasik boyozun yanı sıra yeni denemeler de yapmış. Patateslisi, patlıcanlısı, patates ve peynirlisi, ıspanaklısı... Hepsi bir birinden lezzetli. Parmak yedirtecek cinsten. Boyozun yanında yumurta yemek adetten. Bu yumurtalar bir kutunun içinde, 140 derecede 8 saatte pişiyor. Yumurtaları ortadan ikiye bölmek için misina kullanılıyor. Boyozun yanında, bilenler subya içiyorlar. Ben de öyle yaptım.
Tatlı, doyurucu, canlandırıcı bir içecek. İspanya’dan göç eden Yahudiler, uzun ve zahmetli yolculuklarında subya sayesinde hayatta kalabilmişler. Bu içecek, kavun çekirdeklerinin sıkılmasıyla elde ediliyor. subya, çok önceleri her köşe başında satılırmış ama şimdi bunu satan bir iki tane seyyar satıcı kalmış. Bunlardan en meşhuru, Kemeraltı Çarşısı’ndaki Subyacı İsmail Kızılay’mış.
En şanslı gezginler bence Türkiye’ye gelenler. Çünkü ülkemiz bir sokak yemeği cenneti. Turistler üç kuruşa çok lezzetli yemek yeme olanağını bulur. Gelin sokak yemeklerimizi sıralayalım: Lahmacun, simit, ekmek araları, nohutlu pilav, balık-ekmek, kokoreç, turşu suyu, çeşitli dürümler, börekler, tatlılar, kestane kebap, haşlanmış veya közlenmiş mısır, sütlü badem, salatalık, taze ceviz, midye dolması... Mutlaka unuttuklarım olmuştur, siz eklersiniz.
Bu hafta not defterimdeki sokak yemekleri notlarımı aktaracağım. Gezdiğim yerlerde neler yemişim, ne hissetmişim onlardan bahsedeceğim. Belki bir işinize yarar!
Ve sokaklar lezzetlenir...
İsterseniz konuya dalmadan önce, sokak yemeklerinin geçmişinden bahsedeyim.
İlk sokak yemeğinin antik Yunan kentlerinde satıldığı öne sürülür. Bu yemekler, kızarmış küçük balıklardı. Antik Roma’da ise yoksul semtlerdeki evlerde mutfak olmadığı için, halk sokakta satılan yemeklerle karınlarını doyurmak zorundaydı. Bu yemekler içinde en çok tüketilen, sade suyla yapılmış nohut çorbası ve bir parça ekmekti.
Çin’de de sokak yemeklerinin müşterileri genellikle fakirlerdi. Ama tezgâhlarda satılan yemekler o kadar lezzetliydi ki, zenginler hizmetçilerine bu yemekleri aldırıp, gözlerden uzakta yemeyi tercih ederlerdi. Burada, bizim tantuni aklıma geldi. O da önceleri Mersin sokaklarında, seyyar arabalarda satılan fakir yemeği idi. Varlıklılar bu arabaların yanına asla yaklaşmazlardı. Belediye, seyyar arabaları yasaklayıp, onların dükkânlarda satılmasını şart koşunca tantuninin önü açıldı.
Portland, düzayak bir kent. Yani bisiklet için birebir. Zaten kentin trafik planı düzenlenirken, kâğıda önce bisiklet yolları çizilmiş, ardından yollar yerleştirilmiş. Yaşlı, genç, herkes bisikletin üstünde, vızır vızır bir yerden bir yere gidip geliyorlar. Öncelik hep onlarda. İlk kez burada, bisiklete binmesini bilmediğime hayıflandım. Kısa ve lezzetli bir ziyaret için gitmiştim Portland’a. Defterim öneriler, adreslerle dolup taşmıştı. Otele yerleştikten sonra soluğu ilk adreste aldım: “Stumptown Coffee Roasters”. Portland aynı zamanda bir kahve cennetiydi. Önüme gelen sütlü kahvenin üstünde kalp resmi vardı. Oradan ‘Voodoo Donats’a’ gittim. Aslında kahvaltıda donat yemeyi sevmem ama adresi veren arkadaşım övmekle bitirememişti. Haklıymış. Önünde uzun bir kuyruk vardı. Kapısından yükselen koku ise insanın aklını baştan alacak kadar tahrik ediciydi. Üstü çikolata kaplı Voodoo Doll ile ağzımı tatlandırdım.
Portland ayrıca bir parklar kentiydi. Her yer yemyeşildi. Önce Japon Bahçesi’ne gittim. Tahta köprüleri, minyatür ağaçları, çiçekleri ile gördüğüm en güzel parklardan biriydi. Ardından içinde 10 bin gül bulunan Gül Bahçesi’ne geçtim. Her taraf mis gibi gül kokuyordu.
Parklardaki gezinti beni hem acıktırdı hem de susattı. Bira uzmanı arkadaşım Teoman Hünal, Portland’ın çok önemli bir bira kenti olduğunu söyleyip, elime markalardan oluşan uzun bir liste vermişti. İyi ki de vermiş. Yoksa nereye gideceğimi, ne içeceğimi bilemezdim. Amerika’da son yıllarda mini bira imalathaneleri moda oldu. Yani, barlar artık kendi biralarını üretiyorlar. Bu barlardan kentte tam 53 tane var. Her barın en az üç çeşit birası olduğunu düşünürseniz, sadece bu kentte kaç çeşit bira olduğunu hesaplayabilirsiniz. Buna, bir de bilinen onlarca markayı da eklemek lazım.
BİRASI BAŞKA, PİZZASI BAŞKA GÜZEL
Portlandlı bir bira üreticisi, bu çeşit bolluğunun nedenini bana şöyle açıkladı: “Dünya şerbetçiotu üretiminin yüzde 25’i burada yapılıyor. Ayrıca Hood Dağı’nda, inanılmaz derecede yumuşak su fışkırtan kaynaklar var. Arpa derseniz, dünyanın en lezzetlileri Hood Dağı’nın eteklerindeki tarlalarda yetişiyor. Bir de halkımız bira içmeyi seviyor. Biz sadece, en kalitelisini üretme yarışını yapıyoruz.”Kentin en ünlü barlarından biri olan ‘Breakside’dan çıktığımda başım tatlı tatlı dönüyordu. Susuzluğumu soğuk biralarla gidermiştim. Sıra midemi susturmaya gelmişti. Defterimi karıştırıp, ‘Nostrana Pizza’nın adresini buldum. Amerika’nın Batı yakasında bira gibi bir de pizza yarışı var. Amerikalı şefler, bu basit hamur işini, üst düzey bir yemeğe çevirmişler. Batı’nın en ünlü şeflerinden biri olan Cathy Whims, pizzaların yanı sıra ev yapımı makarnaları, sosisleri, peynirleri, şarküterileri ile ağız sulandıran bir mönü hazırlamıştı. Lezzetin sırrını sorduğumda, “Toscana’ya biraz Oregon kattım” demekle yetindi.
Midesi dolu ve mutlu bir adam olarak lokantadan çıktım. Hazım süresini ‘Powell’s’ adlı dünyanın en büyük bağımsız kitapçısında geçirmeye karar verdim. Kitapçı, iki cadde arasında yer alan dört katlı devasa bir binadaydı ve raflarında binlerce kitap yer alıyordu. Kalabalıktan kitapları incelemekte zorlanıyordum. Binanın dördüncü katında, değerli kitaplar sergileniyordu. Buradaki en ucuz kitabın fiyatı 2 bin dolardan başlıyordu. Zamanımın çoğunu burada geçirdim.
Selanik’e ilk kez rahmetli Tuğrul Şavkay’la gitmiştim. Bir arkadaş grubu, büyükçe bir minibüse doluşup, yiye içe Selanik’e varmıştık. Eğlenceli bir yolculuk olmasına rağmen epey yorulmuştuk. Bu kez THY’nin tarifeli uçağıyla gittim. Uçuş 50 dakika sürdü. Yani göz açıp kapayıncaya kadar Selanik’e ulaştım.
İkinci gelişim olmasına rağmen, İ.Ö 316’da kurulan ve Büyük İskender’in kız kardeşi Thessalonike’nin adını alan kent hakkında bildiklerim bölük pörçüktü.
Örneğin 1430’da 2. Murad tarafından ele geçirilerek Osmanlı sancağına çevrildiğini, İspanya’dan gelen 20 bin Yahudi’nin yerleşmesiyle, önemli bir Yahudi merkezi haline geldiğini, Selanik’te üretilen çuha ile yeniçerilerin giysi gereksinmelerinin önemli ölçüde karşılandığını, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkez olarak bu kenti seçtiğini, Mustafa Kemal’in bu kentte doğduğunu biliyordum. Ama “Bunları biliyorum” demenin Selanik’i tanımakla eşdeğerli olmadığının da farkındaydım. Onu koklamak, tadına bakmak, sokaklarını arşınlamak, insanlarıyla konuşmak, ruhunu kavramak gerekiyordu.
Otele eşyalarımı bırakıp, sokağa çıktığımda ufuk kızarmaya başlamıştı.
Ana caddeden bir sokağa, sokaktan kıyıya doğru indim. Ara sokaklar İstanbul’daki Nevizade Sokağı benzeri bir manzara sergiliyordu. Bizim eğlence semtlerimizde kaldırımlardan masalar kaldırılırken, burada sokaklara taşan masalar tıklım tıklım doluydu. Garsonlar, büyük tepsilerdeki tabakları masalara dağıtma telaşındaydı. Hava buram buram kızartma, anason, şarap ve bira kokuyordu.
BEYAZ KULE'NİN DİBİNDE
DENİZDEN BABAM ÇIKSA...
Paris deniz mahsulleri cenneti... Bu konuda iddialı olan restoranları şöyle sıralayabilirim:
L’ECAILLER DU BISROT
İstiridyede denizin tadı
Doğal istiridye sevenler için en doğru adres. İstiridyeyi yerken denizi içiyormuş gibi bir duyguya kapılıyorsunuz.
22 rue Paul Berth, 11th.
CLAMATO