Paylaş
Portland, düzayak bir kent. Yani bisiklet için birebir. Zaten kentin trafik planı düzenlenirken, kâğıda önce bisiklet yolları çizilmiş, ardından yollar yerleştirilmiş. Yaşlı, genç, herkes bisikletin üstünde, vızır vızır bir yerden bir yere gidip geliyorlar. Öncelik hep onlarda. İlk kez burada, bisiklete binmesini bilmediğime hayıflandım. Kısa ve lezzetli bir ziyaret için gitmiştim Portland’a. Defterim öneriler, adreslerle dolup taşmıştı. Otele yerleştikten sonra soluğu ilk adreste aldım: “Stumptown Coffee Roasters”. Portland aynı zamanda bir kahve cennetiydi. Önüme gelen sütlü kahvenin üstünde kalp resmi vardı. Oradan ‘Voodoo Donats’a’ gittim. Aslında kahvaltıda donat yemeyi sevmem ama adresi veren arkadaşım övmekle bitirememişti. Haklıymış. Önünde uzun bir kuyruk vardı. Kapısından yükselen koku ise insanın aklını baştan alacak kadar tahrik ediciydi. Üstü çikolata kaplı Voodoo Doll ile ağzımı tatlandırdım.
Portland ayrıca bir parklar kentiydi. Her yer yemyeşildi. Önce Japon Bahçesi’ne gittim. Tahta köprüleri, minyatür ağaçları, çiçekleri ile gördüğüm en güzel parklardan biriydi. Ardından içinde 10 bin gül bulunan Gül Bahçesi’ne geçtim. Her taraf mis gibi gül kokuyordu.
Parklardaki gezinti beni hem acıktırdı hem de susattı. Bira uzmanı arkadaşım Teoman Hünal, Portland’ın çok önemli bir bira kenti olduğunu söyleyip, elime markalardan oluşan uzun bir liste vermişti. İyi ki de vermiş. Yoksa nereye gideceğimi, ne içeceğimi bilemezdim. Amerika’da son yıllarda mini bira imalathaneleri moda oldu. Yani, barlar artık kendi biralarını üretiyorlar. Bu barlardan kentte tam 53 tane var. Her barın en az üç çeşit birası olduğunu düşünürseniz, sadece bu kentte kaç çeşit bira olduğunu hesaplayabilirsiniz. Buna, bir de bilinen onlarca markayı da eklemek lazım.
BİRASI BAŞKA, PİZZASI BAŞKA GÜZEL
Portlandlı bir bira üreticisi, bu çeşit bolluğunun nedenini bana şöyle açıkladı: “Dünya şerbetçiotu üretiminin yüzde 25’i burada yapılıyor. Ayrıca Hood Dağı’nda, inanılmaz derecede yumuşak su fışkırtan kaynaklar var. Arpa derseniz, dünyanın en lezzetlileri Hood Dağı’nın eteklerindeki tarlalarda yetişiyor. Bir de halkımız bira içmeyi seviyor. Biz sadece, en kalitelisini üretme yarışını yapıyoruz.”Kentin en ünlü barlarından biri olan ‘Breakside’dan çıktığımda başım tatlı tatlı dönüyordu. Susuzluğumu soğuk biralarla gidermiştim. Sıra midemi susturmaya gelmişti. Defterimi karıştırıp, ‘Nostrana Pizza’nın adresini buldum. Amerika’nın Batı yakasında bira gibi bir de pizza yarışı var. Amerikalı şefler, bu basit hamur işini, üst düzey bir yemeğe çevirmişler. Batı’nın en ünlü şeflerinden biri olan Cathy Whims, pizzaların yanı sıra ev yapımı makarnaları, sosisleri, peynirleri, şarküterileri ile ağız sulandıran bir mönü hazırlamıştı. Lezzetin sırrını sorduğumda, “Toscana’ya biraz Oregon kattım” demekle yetindi.
Midesi dolu ve mutlu bir adam olarak lokantadan çıktım. Hazım süresini ‘Powell’s’ adlı dünyanın en büyük bağımsız kitapçısında geçirmeye karar verdim. Kitapçı, iki cadde arasında yer alan dört katlı devasa bir binadaydı ve raflarında binlerce kitap yer alıyordu. Kalabalıktan kitapları incelemekte zorlanıyordum. Binanın dördüncü katında, değerli kitaplar sergileniyordu. Buradaki en ucuz kitabın fiyatı 2 bin dolardan başlıyordu. Zamanımın çoğunu burada geçirdim.
Yazının başında, Portland’ın bir yeme-içme kenti olduğunu belirtmiştim. Gerçekten de her köşebaşında bir kahve, bir lokanta, bir bar, bir büfe görmek mümkün. Bunlara ek olarak kentin tam ortasındaki bir meydan, “yemek arabaları”na ayrılmıştı. Bu arabaların her birinde, değişik bir lezzeti çok ucuza yiyebiliyordunuz. Akşamları bu seyyar lokantaların önü ana baba gününe dönüyordu.
Öğle yediğim pizzaları eriteceğim diye epey taban tepmiştim. Yoruldum ve dinlenmek için ‘Full Sail Brewing’ adlı bara gittim. Burası da defterimdeki listede, en üst sırada yer alıyordu. Barın sahibi çalışanlardı. Burası da kendi birasını üretiyordu. Bara oturdum, soğuk bir bira eşliğinde akıp giden nehiri seyrettim. Akşam yemeği için yine önerilen adreslerden biri olan ‘Castagna’ya gittim. Mutfağı, minimalist yaklaşımın temsilcilerinden biriydi. Şefin tadım mönüsünü ısmarladım. Yemekler gelmeye başlayınca, minimalist akımın ne demek olduğunu biraz çözer gibi oldum: Bu akımda yemekler doymak için değil, görmek ve tatmak için hazırlanıyordu. Yemekler tam bir lokma büyüklüğündeydi. Koca bir tabağın ortasına konmuş bir lokma yemeğin görüntüsü karşısında gülümsemekten kendimi alamıyordum.
BİR DAHAKİ SEFERE
O akşam minimalist akımın şu yemeklerini yedim (tattım): Özel soslu Boston mağrulu, patates kızartmasıyla ızgara deniztarağı, ördek eti ile doldurulmuş ravyoli, sote edilmiş halibut balığı, ızgara kuzu pirzola, marine edilmiş yeşil zeytin, yoğurt soslu kızarmış karnabahar, kumkuatlı tavuk ciğeri, ballı humus, bezelyeli tabule, kızarmış incir, naneli patlıcan közleme.
“Bu kadar yemeği nereye sığdırdın?” diye sorduğunuzu tahmin edebiliyorum. Dediğim gibi her birinden bir lokma geldi. Yine de doyduğumu ve yediklerimin olağanüstü lezzetli olduğunu itiraf etmeliyim. Geceyi bitirmek için ‘Pepe le Moko’ adlı bara gittim. Bir tren kompartımanını andıran bu küçük mekânın, naneli yeşil köpüklü özel içkisini yudumlarken, gözlerimi artık açık tutamıyordum.
Sabah güne ‘Maurice’te, peynirli sandviçle başladım. Sonra lezzetli bir kahveyle uykumu kovaladım. Kentin ilk kurulduğu semtlerde, eski evlerin arasında dolaştım. Sıra sıra dizilmiş antikacı dükkânlarında, kentin tarihini anlatan eşyalara dokundum. Kentten ayrılırken, Portland’ın tadının damağımda kaldığını hissettim. Aslında, daha çok görülecek güzel yer, muhteşem dağlar, tadılmamış yemekler, içilmemiş biralar vardı. “Bir dahaki sefere” demekle yetindim.
Paylaş