Paylaş
Tavuklar bitmez tükenmez bir hareket halindeydiler.
Yürüyorlar, arada bir koşturuyorlar, sürekli bir şeyler gagalıyorlar.
Bütün bunları yaparken de kafaları bir sağa bir sola çevriliyor, bir an için dikkat kesiliyorlar. Ama bu dikkat kesildikleri an o kadar kısa ki çevrede bir tehlike varsa bile onu algılamaya yetecek kadar bir süre hiç değil.
Sanki sürekli bir korku içindeler, eşelenirken bir an durup etrafı kesiyorlar, her an başlarına bir şey gelecekmiş gibi, fakat bir yandan da etrafta ne varsa gagalamaktan da kendilerini alamıyorlar.
Oysa, çevrede onları korkutabilecek hiçbir hareket yoktu.
Aşağılarda akan derenin sesi, sabah esintisinin yapraklarda çıkardığı ses, çoook uzaktan zaman zaman gelen köpek havlamaları. Bunların dışında mutlak bir sessizlik vardı.
Önce Ortaköy’de, sonra Rumelihisarı’nda Boğaz’ın iki yakasını bağlayan köprülerin deyim yerindeyse “altında” toplam 15 yıl oturduğum için gayet iyi biliyorum.
Otoyolun ve köprünün gürültüsünü en fazla iki–üç gün duyabiliyorsunuz. Sonra o ses beyninizin içinde yok oluyor, duymuyorsunuz.
Dolayısıyla tavukların, o ortamın doğal seslerine çoktan alışmış olmaları gerekiyordu.
Tavukların bu hareketlerinin benzerini güvercinlerde de izleyebilirsiniz. Diğer kuşlar hemen ürküp kaçacakları için onları böyle sistemli bir şekilde izleyebilmek zor.
Tabii, kargaları ayırıyorum, onların kendilerine özgü karakterleri olduğuna ve hatta aralarında konuşabildiklerine bile inanıyorum, bu bilimsel hiçbir temeli olmayan bir inanç olsa da!
Hindistanlı düşünür Jiddu Krishnamurti’nin “Siz neyseniz, dünya odur. Görmek, hiçbir sanısı, hiçbir kuralı olmayan bir zihin gerektirir” sözüne sığınmak istiyorum.
Tavukların ve kuşların hiçbir şey görmeden böyle sonsuz bir devinim içinde olmalarının nedeninin böyle önyargısız bir zihne sahip olmamalarından kaynaklandığı çok açık.
İçgüdüleriyle hareket ediyorlar, düşünmüyorlar, çevrelerini tam olarak algılayamıyorlar, o çevre hakkında ve bunun doğal sonucu olarak hayatları hakkında açık seçik fikirlere sahip değiller.
Krishnamurti’den bir alıntı daha: “Belli ki ve herkes biliyor ki dünyayı sevmeyip sadece ondan yararlanıyoruz. Ruhumuzu yükselen trendlerle besliyoruz. Ve gittikçe güç kazanan ‘yarışma’ duygusuyla yok oluşumuzun ayırdına varamadığımız için de ‘bir şey’ olamıyoruz. İnsan zekâsını, yeteneğini, bilgisini, emeğini sıfırlayan bir çarkın içinde bir insan bırakın dünyayı, kendi dönüşümünü başarabilir mi? Ya da ne kadar kendisi olabilir?”
Çağımız insanının en önemli sorunu sanırım bu: Kendisi olabilmek!
Ortega y Gasset şöyle yazmıştı: “Yaşamımız bizim olan tek şeydir ve ancak kendisi üstüne açık seçik düşünceler geliştirdiğimiz oranda yaşam olarak ayakta kalabilir.”
Bunu başarabildiğimizde yaşamımızın kalan kısmı, aslında yaşamımızın da tamamı haline gelir.
Ve önünüzde yaşayacak “bütün bir hayat” varken onu istediğiniz gibi değiştirebilir, biçimlendirebilirsiniz.
Yeter ki insanın bununla ilgili hayalleri olsun.
Portekizli yazar Fernando Pessoa, “Yaşamın gizli anlamı, yaşamın hiçbir gizli anlamı olmadığıdır” demişti.
Pessoa, ben doğmadan 21 yıl önce ölmüştü ama kendisiyle oturup bir kahve içmişliğim var. İnanmayanlar için yarın sabah Instagram’a bu fotoğrafı koyacağım.
Pessoa’ya son zamanlarda yine takılmış durumdayım. Bir tek yaşama, birçok başka yaşamı sığdırmayı başarabilmiş bir yazar o.
Fernando Pessoa kendisinden tamamen bağımsız olarak hareket edebilen, kendilerine özgü dünya görüşleri ve özgün üslupları ile yazan Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis ve Bernardo Soares isimleri altında yazarlar yaratmıştı. Bu isimler yazarın arkasına saklandığı “mahlaslar” değil, tam tersine kendilerine özgü kişilikleri olan yazarlardı.
Üslupları, dünya görüşleri birbirine hiç benzemediği gibi, birbirleriyle sert tartışmalar da yaparlardı. Pessoa, Alvaro de Campos ile Alberto Caeiro arasındaki bir söz düellosunda o kadar duygulanmıştı ki oturup, ağlamıştı.
Şu şiirini de daha önce sizlerle paylaşmıştım, yeri geldi, tekrarlayayım, çok hoşuma gidiyor çünkü.
“Sayısız insan yaşar içimizde,/hissetsem de düşünsem de bilemem/kim düşünür içimde kim hisseder./Düşünceler ya da hisler için/yalnızca sahneyim ben.
“Ruhsa, birden fazla var bende./Ben’se benden daha fazlası./Herkes
kayıtsız oysa/yaşadığım hayata:/Susturuyorum onları,/kendim konuşurken.”
Aslına bakarsanız, biz sıradan insanların, dünya dışı varlıklarmış gibi yaşayan tavuklardan da çok farkımız yok.
Bize öğretildiği gibi yaşıyoruz.
Üzerinde çok düşünmüyor, bize verilmiş ya da bizzat kendimize tarif ettiğimiz görevlerimizi yerine getirmek ile ilgiliyiz.
Baba oldun, şöyle davran. Evlendin, şimdi böyle yapmalısın. Terfi ettin, aman mahcup olma. İnsan sokağa çıkarken böyle de giyinir mi?
Böyle tarif edilmiş kurallar silsilesi.
Bazen isyan etmek geliyor içimizden, bize öğretilenle, aklımızdan geçenler çatışınca bunalıma giriyoruz, sonra haydi gelsin depresyon ilaçları!
Öğretilmiş davranışları yıkmamızı sağlayacak en önemli güç olan aşka düştüğümüzde bile, bunun dışına kolayca çıkamıyoruz.
Çünkü onu da romanlardan, şiirlerden, şarkılardan, filmlerden öğrendiğimiz gibi yaşamamız bekleniyor.
Newton, evrenin mekanik düzenini nasıl keşfettiği sorulduğunda şu cümleyle karşılık vermişti: “Nocte dieque incubando!”
Gece-gündüz onu düşünerek!
Mesele özünde budur gibi geliyor bana, hayatımızı böyle değiştirebiliriz.
OKURLARIMA NOT
BİRİLERİNİN, adıma açtıkları sahte Twitter hesabından tweet’ler attıklarını görüyorum. Benimle hiçbir ilgisi olmayan bu tweet’leri, okurlarımın ciddiye almamasını rica ediyorum.
Paylaş