BİR ay önce Özdemir Asaf’a ait olduğunu belirttiğim şöyle bir şiir aktarmıştım:
"Ömür dediğin üç gündür / Dün geldi geçti, yarın meçhuldür / O halde ömür dediğin bir gündür / O da bugündür."
Bazı okuyucular şiirin Asaf’a değil, Can Yücel’e ait olduğunu iddia edince, şiirin gerçek sahibini aramaya başlamıştım.
Haber Türk’ten Balçiçek Pamir, Yücel’in eşiyle konuştu ve şiirin Can Yücel’e de ait olmadığı ortaya çıktı.
Bunun üzerine şiirin "yazarı belli olmayan" anlamında "láedri" olduğunu varsaydığımı belirtmiştim.
Bir okuyucumun dikkatimi çekmesi üzerine Mehmet Ákif Ersoy’un Safahat’ında benzer mısralar buldum.
Safahat’ın birinci kitabında "Hasbıhal" isimli şiirin girişinde tırnak içinde bir şiir aktarmış Mehmet Ákif.
Şöyle: "Má medá fáte; ve’l-müemmeli gaybun / Feleke’s-sáatû-lletî ente fîba."
Refik Durbaş’ın çevirisiyle Türkçesi şöyle:
"Geçen zaman kaybolup gitti, geleceğin ne olduğu ise belli değil. Sen ancak, içinde bulunduğun anın sahibisin. Fakat o da geçmek üzere."
Belli ki Mehmet Ákif de sözlerdeki güzelliğin etkisinde kalmış, hem şiirinin girişine bu alıntıyı koymuş hem de şiirine şöyle başlamış:
Büyük bir şairin hikmet yasasıdır şu ihtarı / duymuş da olsan, yersiz olmaz şimdi tekrarı / "Geçen geçmiştir artık; gelecek ansa belirsizdir. / Hayatından nasibin: Bir şu geçmek isteyen demdir."
Üstat "Büyük bir şair" diye kaynak gösterdiğine göre şiir "láedri" değil demektir.
Şimdi sıra el birliği ile bu "büyük şairin" kimliğini bulmaya geldi.
Bu vesileyle Mehmet Ákif Ersoy’u da rahmetle anmış olalım.
Türk sineması için fırsat kaçmış
ABDULLAH Oğuz’un, Zülfü Livaneli’nin romanından uyarladığı "Mutluluk" isimli filmi dün New York’ta "Bliss" adıyla vizyona girdi.
New York Times’ta film ile ilgili olarak Stephen Holden imzasıyla uzun sayılabilecek bir eleştiri yazısı yayımlandı.
Holden, filmi ayrıntılı olarak anlattıktan sonra Talat Bulut, Murat Han ve özellikle Özgü Namal’ın oyunculuklarına, filmin mistik atmosferine ve eserin şiirselliğine dikkat çekiyor.
Bugünkü Türk sineması için iyi bir örnek olduğunu vurguluyor.
Büyük olasılıkla gazetelerimizin kültür-sanat servisleri, Türk sineması adına gurur verecek bu eleştiriyi sayfalarına taşıyacaklardır.
Benim üzerinde durmak istediğim konu ise Türkiye’de "sinema jürilerinin" tutumu.
Mutluluk vizyona girdiğinde son derece beğenilmiş ve çok yüksek bir seyirci sayısına da ulaşmıştı.
Filmin üstün standartları, Yabancı Film Oscar’ına aday gösterilmesini de gerektiriyordu. Onun yerine "Takva" isimli film tercih edildi.
Takva da kuşkusuz iyi bir filmdi, nitekim Altın Portakal’da ödüller aldı, Toronto’da "Kültürel Yenilik Ödülü" de aldı ama Hollywood standartlarının öne çıktığı Oscar için yanlış bir seçimdi.
New York Times’taki eleştiriyi okurken "Galiba Türk sineması için önemli bir fırsatı kaçırmışız" diye düşündüm.
Beslenme alışkanlıklarımız alarm veriyor!
BİR gıda ürünleri firmasının AC Nielsen araştırma şirketine yaptırdığı araştırmanın sonuçlarını okuyunca, gelecek kuşaklar için endişelendim.
Son bir yılda pirinç, kuru fasulye ve mercimek tüketiminde önemli düşüşlerin gerçekleştiği ortaya çıkıyor.
Halkımızın yüzde 45’e yakın kısmı kuru fasulye pişirmesini bilmiyor. Gençlerin yüzde 44’ü kuru fasulye, yüzde 45’i bulgur ağzına koymuyor.
Gençlerin ezici çoğunluğu börülceden tamamen habersizler. Bununla ilgili bir anım da var. Köfteci Ramiz’in muhteşem salata büfesinde sıramı beklerken önümdeki delikanlının haşlanmış kuru börülceyi işaret ederek yanındaki kıza "Bu ne böyle" dediğini, kızın da "Fasulye ama bozuk galiba" dediğini kulaklarımla duydum.
Gazetelerimiz sağlıklı beslenmeye özel önem veren sayfalar, yazılar yayımlıyorlar. Ama belli ki gazete okumayan çoğunluk beslenme piramidinin nasıl kurulması ile ilgili bir fikir sahibi değil.
Şirket, bu durumu halkın gelirinin düşmesine bağlıyor. Hiç kuşkusuz gelirdeki azalma geçerli bir neden olmalı. Ama eğitim de önemli.
Bir alışveriş merkezinin yiyecek bölümünde beş yaşlarındaki bir çocuğa "plastik" hamburger yediren bir adama, üzerime vazife olmadığı halde "O yiyecek çocuk için doğru değil" dediğimde şu yanıtı almıştım: "Param buna yetiyor."
Oysa aynı yerde, aynı paraya satın alabileceği köfteler, ekmek için dönerler, hamburgerden ucuza değişik tencere yemekleri satan dükkánlar da vardı.
Televizyonların da, TRT’nin geçmişteki mercimek reklamları gibi insana sıkıntı vermeden, bu konunun üzerinde duracak programlar yayımlamalarında yarar var.