Paylaş
Çerkezoğlu Başbakan’a önce şunları söylemiş: “Sayın Başbakan, haftalar geçmiş, insanlar sokağa dökülmüş, 4 kişi ölmüş. Anneler sokaklara inmiş. Bu kadar insan gece–gündüz sokaklarda size bir şeyler söylüyor. Bunları konuşmamız gerekmez mi? Bu artık sosyolojik, toplumsal bir olaydır. Bu sadece mimari bir mesele değildir”.
Bunun üzerine Başbakan sinirlenmiş ve sesini yükselterek şunları söylemiş: “Siz kim oluyorsunuz da bize sosyoloji öğretiyorsunuz? Biz sosyolojiyi de psikolojiyi de biliriz. Haddinize mi bize bunları söylemek?”
Çerkezoğlu, “Bunu konuşalım diyoruz” diye yanıt vermeye çalışmış ama bu girişimi Başbakan’ın tepesinin tasını da attırmış. Koltuğundan ayağa kalkmış ve tepkisini öyle sürdürmüş. Çerkezoğlu “Böyle tepki gösterirseniz çözemeyiz” deyince de film kopmuş. Başbakan, “Haddinizi bilin, sizin haddinize mi bize sosyoloji öğretmek’ diye devam etmiş. Adamları Başbakan’ı sakinleştirmeye çalışmışlar ama işe yaramamış. Çerkezoğlu anlatıyor: “Sümeyye Erdoğan, babasının yanına geldi ve onu odadan çıkarttı. Başbakan’ın toplantıyı terk etmesinin ardından bizimle kalan Hüseyin Çelik’le birlikte 15 dakika daha orada kaldık. Herkes şoktaydı”. Evet, böyle bir olayla karşılaşan herkesin şoke olması normal ama bu mesele zaten bir boyutuyla da psikolojinin alanına giren bir olaya dönüşmüş görünüyor.
Geçen hafta Dublin’deki Trinity Üniversitesi psikoloji hocalarından Dr. Ian Robertson, ünlü Huffington Post haber sitesi için yazdığı bir yazıda buna işaret ediyor. Robertson’a göre “Başarı ve güç, beyin üzerinde uyuşturucu gibi uzun süreli etkiler bırakıyor”!
Robertson, Erdoğan’ın, eski İngiliz başbakanları Thatcher ve Blair için kullanılan “kibir sendromuna” yakalanmış olabileceğini düşünüyor.
Hastalığın belirtileri şöyleymiş: “Narsist bakış açısı, kendi çıkarlarıyla milletinkini bir görmesi, kendi yargılarına aşırı güven, başkalarının tavsiyelerine ve eleştirilerine katlanamama, siyasi ya da yasal kurumlar yerine Tanrı veya tarihe hesap verme isteği, gerçeklikle bağlantının kopması, sorunlara karşı kibirli yaklaşım”.
Bana tanıdık geldi bu belirtiler, acil şifalar dilememiz hepimizin rahat ve huzuru için gereklidir diye düşünüyorum.
Başbakan’da bu belirtiler uzun süredir var. DİSK Genel Sekreteri’nin bir küçük sözüne bunca sinirlenip, sakinleşmekte zorlanması da bunun bir başka boyutu. “Taksim’in orta yerine bir AVM yapacağım” diye yola çıkıp, günlerce bağırdı, çağırdı ve sonunda insanların bir bölümünün sabrını taşırdı.
Bunun üzerine daha önce sokağa çıkanları sindirmek için çokça kullandığı yöntemi kullanmaya kalktı; polisini, biber gazını, TOMA’sını halkın üzerine saldı ama bu kez beklemediği bir şey ile karşılaştı.
Şimdi bu kadar sinirli olmasının nedeni Taksim’de bir geri adım atmış gibi görünmesi değil, denediği, bildiği bir yöntemin artık işe yaramıyor olduğunu görmüş olmasındandır.
Artık bu gerçekle yaşamayı öğrenmesi gerek: Köpürse de insanlar artık korkmuyor.
Polisin anonsuyla cumartesi gecesi o parkı boşaltanlar, polis müdahalesi korkusundan değil, ne zaman isterlerse o parkı yeniden zapt edebileceklerini bildikleri için evlerine döndüler.
İzne tabi anayasal haklar!
İSTANBUL Valisi, polisin Gezi Parkı’nda cumartesi gecesi yaptığı müdahale sırasında “Taksim’de toplanma çağrısı yapanları uyarmak için” şunu söyledi: “Elbette anayasal hakların kullanılmasıyla ilgili gerekli izinler verilecektir. Ama bunun vakti yarın değildir. Bizim milletimizin geniş gönlü buna müsaade etmez”. Demek ki Anayasal hakların kullanımı artık idarenin keyfine kalmış, ister izin verebiliyor, isterse vermeyebiliyor! Ve bu hakları kullanmanın “vaktine” de kendisi karar veriyor!
Lafı uzatmama gerek yok, herkes bunun ne anlama geldiğini biliyor çünkü.
Buna kısaca “polis devleti” adı veriliyor.
Faşist–otoriter iktidarların, kendilerini korumak için her şeyi göze alabileceğine işaret ediyor.
Asimetrik savaş yalanı mı?
AİLE ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in TRT Haber’de yaptığı bir konuşma dün gazetelerde yayımlandı. Şöyle diyor:
“Kırmızı elbiseli kadıncağızımız sembol olarak gösteriliyor. Ama aynı zamanda ben dinlediğim zaman tüylerim diken diken oldu. Başörtülü kadın da ‘Kendime geldiğim zaman üzerim idrar kokuyordu, bebeğimin arabasını bulamadım’ diyor. Bu nasıl bir nefret? Masum başörtülü bir kadın, 6 aylık bir bebek bu zulme maruz kalıyorsa siz nasıl kırmızı elbiseli kadının polis gücüne karşı duruşunu bir simge olarak koyduysanız en büyük simgelerden biri o mağdur kadın. O zaman gelin onun da hakkını arayın”.
Evet, Şahin’e katılıyorum, türbanlı olduğu için saldırıya uğrayan kadının hakkını da aramalıyız.
Çünkü İslâm’ı gardırop anlayışına indirgemiş o malum çevrenin kadına bakışını biliyoruz. Onlar kadını korumak yerine suçlamaya eğilimlidir esasen, “Kadının yeri evidir” diye!
Onun için o kadının haklarını savunmak, suçluların yakalanmasını istemek de esasen bizim işimiz, başkasının değil.
Ama Şahin’in açıklamasındaki tuhaflık sizin de dikkatinizi çekti mi bilmiyorum: Saldırıya uğrayan kadın “Kendime geldiğimde üzerim idrar kokuyordu” demiş!
Bu nasıl olabilir?
O saldırgan ve kadınlı–erkekli olduğu söylenen kalabalığın arasında, o hengâmede birisi bu haltı nasıl yapmış olabilir?
Yoksa bu da “Camide bira içtiler, grup seks yaptılar” gibisinden, mütedeyyin insanlarımızı çıldırtmak ve tahrik etmek için uydurulmuş bir “asimetrik savaş yalanı” mı?
Sanıyorum artık şu MOBESE kamerası kayıtlarını görme zamanımız geldi. Bu kadına kimler saldırdı, nasıl saldırdı bir izleyelim.
Paylaş