İSTANBUL Zincirlikuyu’daki arazinin 800 milyon dolara satılmasının ardından yapılan hesaplara bakıyorum, bu işten herkes kárlı çıkacak.
Devlet, yarım kalan yol inşaatları için iyi bir kaynak yaratmış oluyor, demek ki devlet kazançlı.
Zorlu Grubu, gazetelere yansıyan haberlere göre buraya yapacağı iş, alışveriş merkezi ve konutlardan 1 milyar dolar civarında kazanacakmış. Öyle görünüyor ki onlar da kárlı bir iş yaptı.
Bu inşaatlar nedeniyle doğacak istihdam artışından yararlanacak olanlar ve buraya malzeme satacak olanlar da kárlı çıkacaklar.
"Bu kadar çok kár eden olduğuna göre, neden canın bu kadar sıkılıyor" diye soracak olursanız, "İstanbul’da yaşadığım için" diye yanıtlarım.
Herkes kazanacak ama zaten trafiğin işlemediği, su, kanalizasyon, elektrik altyapısının sorunlu olduğu bu bölgede yaşayanlar bunun sıkıntısını çekecek.
Büyükşehir Belediye Başkanı, ne zaman konu açılsa, İstanbul’un sorunlarını çözmenin on yıllarca süreceğini, bunun nedeninin kaynak yetersizliği olduğunu söylüyor.
Kent içindeki bu yeni dev yapılaşmaların yaratacağı sorunlar için kaynak nereden bulunacak?
Demek ki satıştan gelen 800 milyon doların önemli bölümünün bu kentin altyapısı için harcanmasında ısrarlı olmalıyız.
Madem bu rant, bu kentin özelliklerinden kaynaklanıyor, o kaynağın bu kenti daha yaşanılır bir yer haline getirmek için kullanılması gerekmez mi?
Öte yandan bir de şöyle bir sorunumuz var: Bu kente havadan bakıp, gözüne boş arazi ilişen her yetkilinin aklına gelen tek şey buraları satmak.
Hiçbirinin aklına "Yahu buraya ne güzel bir botanik bahçesi yapılır" demek gelmiyor nedense.
Varsa yoksa plazalar, iş ve alışveriş merkezleri!
Bir gün bu kent öyle bir hale gelecek ki yapılan o merkezlere gidecek yol ve insan kalmayacak, haberiniz olsun.
Berberian’ın İstanbul yolculuğu
DÜN,Hürriyet Pazar’da "İstanbul’un yabancı küçük esnafı" başlıklı bir röportaj okudum.
Danimarka’da doğup büyümüş ve üniversiteyi bitirmiş John Sytmen, Etiler’de bir kahve dükkánı işletiyor.
İstanbul’a yerleşmesinin nedeni ise sevgilisini bırakamamış olması.
Şöyle diyor: "İstanbul’a uzaktan bakınca korkarsın, yakından bakınca yine korkarsın. Ancak tanıyınca, bu dünyada daha iyi bir arkadaş bulamayacağını anlarsın."
Geçen gün elime Berberian isimli, Fransa Ermenilerinden bir çizerin "İstanbul Carnets" isimli kitabı geçti.
Kitap, Berberian’ın İstanbul izlenimlerini yansıttığı çizimlerinden oluşuyor.
Bu çizgilerde anlatılan İstanbul’u pek tanıyamadığımı söyleyeyim.
İstiklAl Caddesi’nde yürüyen kadınların çoğu çarşaflı, erkekler pasaklı görünüşlü.
Káğıt mendil satan küçük çocuklar bile sümüklü ve korkunç tipler olarak resmedilmiş.
John Sytmen’in anlattığı kent ile Berberian’ın anlattığı kent arasındaki en önemli farklılık, ikincisinin bakışındaki "ırkçılıktan" kaynaklanıyor.
Irkçılık öyle bir perde ki insanın gözünün ve beyninin önüne bir kere çekilince arkasından iyi bir şey görebilmesine imkán bırakmıyor.
Berberian, kitabının sonunda İstanbul’daki Fransız Enstitüsü’nün bazı görevlilerine de yardımları için teşekkür etmiş.
Acaba onlar bu kitabı gördüler mi, kitap için ne düşünüyorlar? Çok merak ettim.
Biraz da gülelim
ÖNCEKİ cumartesi sabahın 7’sinde TRT 1’deki "Neşeli Türküler" programında çalan "Hastane önünde incir ağacı" türküsü ile ilgili anımı anlatmıştım.
TRT’nin bu şakası, bana bir zamanlar TRT’de önemli görevlerde bulunan arkadaşım Faruk Bayhan’ın anlattığı iki "şakayı" hatırlattı.
Onları anlatayım da bu pazartesi sendromunu gülerek atlatalım diye düşündüm.
12 Eylül yönetiminin dünyadaki tek dostu Pakistan Devlet Başkanı Ziya ül Hak uçağına yerleştirilen bir bombanın patlamasıyla ölmüştü.
Ölüm haberi Ankara’da duyulunca "yukarıdan" emir veriliyor: Yayını ağırlaştırın!
Böyle durumlarda hep yapıldığı gibi hemen Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun arşivden çıkarılan bir konseri yayına sokuluyor.
İlk şarkı: Aman tayyare, canım tayyare!
Soruşturmada TRT görevlilerinin nasıl terlediklerini kolayca tahmin edebilirsiniz.
12 Eylül sonrasındaki ilk seçimlerden önce MDP, ANAP ve Halkçı Parti liderleri TRT’den seçim propagandası konuşmaları yapıyorlar.
MDP’nin amblemi horoz, ANAP’ın amblemi arı idi, hatırlayacaksınız.
TRT yöneticileri, dönemin hassasiyetlerine vakıf oldukları için konuşmalar arasında çizgi film yayımlamanın daha uygun olacağına karar veriyorlar.
MDP lideri Turgut Sunalp konuşmasını bitirince de arşivden bir çizgi film yayına giriyor.
Tesadüf bu ya, film bir arı ile horozun öyküsünü anlatıyor. Horoz kaçıyor, arı kovalıyor ve sonunda bir köşede arı, horozu sokuyor!
Faruk Bayhan, 12 Eylül yönetiminin hışmından Doğan Kasaroğlu’nun çabaları ile kurtulduğunu anlatır hep.