Paylaş
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz yılın kasım ayının 26’sında, İspanya seyahati öncesinde gazetecilere şunları söylemişti:
“Teröre yönelik konularla ilgili fezlekelerin gelmesi halinde alışılmışın dışında bir karar vermeyi düşünüyoruz. Milletvekillerinin sorumluluğu caddede giden bir vatandaşın sorumluluğuna benzemez. Milletvekili ne konuştuğunu bilmeli, hareketlerine dikkat etmeli. Kendisini terör örgütünün uzantısı gibi gören bir gruba da parlamentonun tavrının farklı olması gerektiğine inanıyorum.”
Bu iki açıklama arasında geçen süre bir buçuk ay kadar.
Türkiye gibi bir ülkede yaşadığımız için siyaset erbabının böyle keskin dönüşler yapmasına alıştık.
Şu anda toplumun büyük bölümüne yayılmış görünen iyimserliğe kapılmıyor olmamın nedeni de bundan başka bir şey değildir.
Evet, PKK’nın silah bırakması ile sonuçlanacak görüşmelerin MİT Müsteşarı ile PKK’nın hapisteki lideri Abdullah Öcalan arasında yapılabiliyor olmasını önemsiyorum.
Konuşmadan hiçbir sorunun çözülemeyeceğini de biliyorum, Başbakan’ın “terörün siyasi uzantılarıyla konuşmam” havasında olduğu günlerde de bunun gerekli olduğunu düşünüyordum.
Ama dedim ya, bizimkilerin öyle keskin virajlar alma alışkanlıkları var ve bunu bilmek Polyanna’cılık oynamama engel oluyor!
Ve bir de sorum var: Başbakan, “Terörün siyasi uzantısıyla müzakere yapabiliriz dedik” diyor.
Bildiğimiz kadarıyla şu anda müzakere yürütülen makam “İmralı”! Bu durumda Abdullah Öcalan’ın pozisyonu “ayrılıkçı Kürt hareketinin siyasi uzantısı olmak” mıdır?
‘Seçmen iradesine saygı’ ne oldu?
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, geçenlerde BDP’ye oy veren yaklaşık 2.5 milyon seçmene şöyle seslendi:
“Sen aklını, vicdanını niye kiraya verdin?”
Yani Başbakan’a göre, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bu kadar insan aklını ve vicdanını kiraya verdiği için oyunu böyle kullanıyor.
Kiraya vermemiş olsalardı oylarını “düzen partilerine”, AKP’ye, CHP’ye, MHP’ye verebilirlerdi diye düşünüyor.
Medyayı izliyorum, Hürriyet yazarı Sedat Ergin’den başka bu ifadenin yanlışlığına takılan kimse olmadı.
Bazı seçmenlere “bidon kafa” ya da “göbeğini kaşıyan adam” denildi diye yerin göğün nasıl ayağa kaldırıldığını hatırlayalım.
Nasıl milli irade nutukları atıldığını, bazı seçmenleri böyle niteleyen yazarlara karşı nasıl bir savaş başlatıldığını hatırlayalım.
Bir seçmene “bidon kafa” demek ile “vicdanını kiraya vermiş” demek arasında ne fark var?
Yandaş medya yazarlarına bakıyorum, tıs yok.
Demek ki dertleri esasen “seçmen iradesine saygı” filan değil, Başbakan goygoyculuğu yapmakmış.
Yargıtay’a çok iş düşecek gibi
BALYOZ davasının gerekçeli kararının giriş bölümünde, “belgelerin asıllarının birliklerde bulunduğunun Genelkurmay’ca doğrulandığına” ilişkin ifade, ben de dahil birçok yazar ve gazete tarafından yanlış değerlendirildi.
Mesela ben de böyle bir doğrulama yazısının dava sürecinde neden hiç gündeme gelmemesine şaşırmış ve “Sanıklardan ya da avukatlarından delil mi saklanıyor” diye düşündüğümü yazmıştım.
Daha sonra mahkemenin gerekçeli kararı ile ilgili olarak Genelkurmay Başkanlığı bir açıklama yaptı. Söz konusu doğrulama yazısının Balyoz, Oraj, Suga gibi eylem planlarıyla ilgili olarak değil, Eskişehir’de bir sanığın evinde ele geçen flash disk ve Gölcük’te ele geçirilen bazı belgeler ile ilgili olduğunu belirtti.
Yargıçların da zaten gerekçeli kararın değerlendirme bölümünde böyle yazdıkları anlaşıldı. Ama sorun bitmiş değil diye düşünüyorum.
Dün Milliyet’te kararı veren mahkemenin başkanı ile yapılmış bir röportaj yayımlandı.
Başkan şöyle diyor:
“Eskişehir’deki flash bellekten ve Gölcük’teki harddiskte ve CD’lerde bir takım ıslak imzalı belgeler vardı. Bunları Genelkurmay da doğruladı. Biz bunları yargılama konusu olmadığı için delil olarak almadık. Sadece yargılama konusu diğer dijital belgelerin varlığının ve sıhhatinin sağlamasını yapmak amacıyla değerlendirdik. Bunu karara net olarak yazdık. Ancak karar tam olarak okunmadığı için yanlış okunduğu ve doğru anlaşılmadığı için bu şekilde yazı ve değerlendirmeler çıkıyor.”
Başkan daha sonra “suç unsuru olup da Genelkurmay’da aslına ulaştığınız belge var mı?” sorusuna da şu yanıtı veriyor: “Genelkurmay’da yok. Gölcük Donanma Komutanlığı’nda ele geçirilen belgeler arasında var. Islak imzalı bir belge Gölcük’ten çıktı.”
Mahkeme Başkanı, Genelkurmay’dan gelen “doğrulama yazısının” işlendiği iddia edilen suçlarla ilişkili olup olmadığı sorusuna da şu yanıtı veriyor:
“Bunlar suç unsuru belgeler değil, bunlar sadece dijital belgelerin doğruluğunun denetlenmesi ve sağlamasının yapılması için kullanıldı.”
Sanıkların mahkûm olmasına neden olan dijital belgelerin bu yöntem ile doğrulanmış sayılıp sayılmayacağına şimdi Yargıtay karar verecek.
Ama bir bilirkişi incelemesi yapılsa ve bu konuda bir tereddüde yer kalmasaydı, daha doğru olmaz mıydı?
Paylaş