PORTEKİZLİ yazar Fernando Pessoa, “Yaşamın gizli anlamı, yaşamın hiçbir gizli anlamı olmadığıdır” demiş.
Pessoa’nın bu sözünü Jose Saramago’nun, ölümünden sonra yayımlanan “ilk romanı” Çatıdaki Pencere’de okudum. (Çeviren: Pınar Savaş, Kırmızı Kedi Yayınevi.) Saramago bu ilk romanını 1953 yılında, 31 yaşındayken yazıp bir yayınevine teslim etmiş ama bir daha da romandan bir haber alamamış. 1989 yılında yayınevi bir başka binaya taşınırken eski dolaplardan birinden çıkmış roman ve Saramago’ya teslim edilmiş. Saramago, ölümünden önce romanın yayımlanmasını istememiş. Roman yazarın ölümünden sonra sevgilisi Pilar Del Rio tarafından yayımlandı. “Saramago’yu keşfetme” şansını 1953 yılında yakalamış, ama romandan hiçbir şey anlamadığı için kaldırıp bir dolaba saklamış o yayınevi editörünün nasıl bir tip olduğunu gerçekten çok merak ettim. Pessoa, ben doğmadan 21 yıl önce ölmüştü ama kendisiyle oturup bir kahve içmişliğim var. Lizbon’daki Cafe Brasileira’nın önündeki kaldırımda, bir masaya oturmuş kahvesini içen bir Pessoa heykeli var. Benim gibi turistler orada, o masaya oturup Pessoa ile kahve içebiliyorlar. Toprağı bol olsun, her gün o kahvede oturup gelip geçeni seyredermiş. Praça Luis De Camoes’de (ki Camoes de Portekiz’in en ünlü şairlerinden biridir, her yıl doğum günü bu meydanda kutlanır) bu yüz yıllık kahveyi kolayca bulabilirsiniz. Pessoa’nın yukarıya alıntıladığım sözünü Saramago’nun romanında okuduğumda, hayatın anlamı üzerine yazılmış kütüphaneler dolusu kitapları düşündüm. Bir tek yaşama, birçok kişiliği sığdırmış bir yazarın böyle konuşmasına da hiç şaşırmadım. Fernando Pessoa kendisinden tamamen bağımsız olarak hareket edebilen, kendilerine özgü dünya görüşleri ve özgün üslupları ile yazan Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis ve Bernardo Soares isimleri altında yazarlar yaratmıştı. Bu isimler yazarın arkasına saklandığı “mahlaslar” değil, tam tersine kendilerine özgü kişilikleri olan “varlıklar”dı. Birbirlerinden bağımsız tarzda eserler veren bu şairler birbirleriyle sert tartışmalar da yaparlardı. Pessoa’nın, Alvaro de Campos ile Alberto Caeiro arasındaki bir söz düellosunda gerçek gözyaşları bile döktüğü de biliniyor. Filmlerde gördüğümüz çoklu kişilik sendromuna benzer bir şey gibi sanki. Şöyle bir şiiri de var: “Sayısız insan yaşar içimizde, / hissetsem de düşünsem de bilemem / kim düşünür içimde kim hisseder. / Düşünceler ya da hisler için / yalnızca sahneyim ben. “Ruhsa, birden fazla var bende. / Ben’se benden daha fazlası. / Herkes kayıtsız oysa yaşadığım hayata:/ Susturuyorum onları, / kendim konuşurken.” (Eren Arcan’ın Dipnot Kitap Kulübü’nün internet sitesinde Pessoa üzerine yazdığı yazıdan aktarıyorum.) Alberto Caiero kişiliği bir gece yarısı doğar, Pessoa ona “Ustam” diyor. Alvaro de Campos kişiliği tabiat âşığı, denizci ve biseksüeldir. Ricardo Reis, sürgün, ateist, münzevi bir kişiliktir. Alberto Caeiro, kent dışında yaşayan bir çoban. Bernardo Soares ise bir muhasebecidir, denemeler ve şiirler yazar. Pessoa’nın hissetmekle kalmayıp bir de hayat verdiği kişiliklerinin benzerleri hepimizin içinde olmalı diye düşünüyorum, belli ki o bizim farkına varamadığımız bir şeyin farkına varabilmiş. Biz sıradan insanlar bize öğretildiği gibi yaşıyoruz. Önceden tarif edilmiş görevlerimiz var. Çocuk olarak, öğrenci olarak, yetişkin ve çalışan olarak neler yapabileceğimiz tanımlanmış. Sevgili, eş, ebeveyn olarak neler yapmamız gerektiğini de biliyoruz. Zaman zaman bize öğretilenlerle içsel çatışmalar yaşasak da kendimizi bunun dışına çıkarabilmemiz, başka insanlar olabilmemiz de mümkün olmuyor. İnsan, kendisine soru sorabildiği ve bu sorulara tutarlı, geçerli yanıtlar verebildiği kadar kendisidir diye düşünürüm. Onun ötesi bir tür rol yapmaktan ibarettir. Yaşıyormuş rolü yapmak! Öğretilmiş davranışları, öğretildiği gibi tekrarlamak ve kendisine başkaları (artık buraya istediğinizi koyun: çevre, aile, iş yaşamı, düzen vs.) tarafından tanımlanan alanın dışına çıkmaya çaba gösterememek, insanın yaşamında düşebileceği en büyük tuzak. Ve bu öğretilmiş görevlerimizi yerine getirirken farkına varmadan, kendi yakınlarımıza da “hayat biçimleri” tarif ediyor, onlardan buna uygun davranmalarını bekliyoruz. Bizden beklendiği gibi davranmak istemediğimiz zaman kaşlar çatılıyor, parmaklar sallanıyor! Davranışlarımızın sorgulanmadan kabul edileceğini hayal ederken, burnumuzu kapanan bir kapıya çarpabiliyoruz. Yalnız kalmak ile tehdit ediliyoruz. Kendimizi bir çileci gibi cezalandırmakta olduğumuzu bile fark etmeden, içimizdeki diğer kişilikleri baskı altına alıyor, kafalarını güneşe çıkarmalarına izin vermiyoruz. Bizler için yaşam, bilinenler ve anlaşılanlar üzerinde direnmekten, hep o aynı günlük tekdüzelikten alınan ve tadını da tam çıkaramadığımız doyumdan oluşuyor! Günlük yaşamlarımızı çoğunlukla bize öğretilenler üzerine kuruyoruz. Çoğumuzun aşkı da birbirine benziyor; çünkü ne yapacağımız, nasıl davranacağımız romanlar, filmler, şiirler, şarkılarla bize öğretiliyor. Birden çok kişiliği içimizde barındırmakta olduğumuzu bile fark edemiyoruz. Bunu fark edenlere de “deli” muamelesi yapmak bir genel kural. Bütün mesele bir tek hayatın içine başka yaşamlar da sığdırabilip sığdıramayacağımız ile ilgili. Bize sığdıramayacağımız öğretiliyor. Ama bakın Pessoa sığdırabilmiş işte, kimse de onu bir tımarhaneye kapatmamış. Doğrusunu isterseniz kendimi Pessoa’ya daha yakın hissediyorum. Sanki birçok kişilik var içimde ama dedim ya öğretilenlerin dışına da bir türlü çıkamıyorum!