Paylaş
Geziye katılan gazetecilerin izlenimlerinin büyük bölümünü okudum. Bakan’ın hafiften bir “bakın benim altın bir kafesim var” övünmesi içinde olduğunu sezdim ama bu benim çıkarımım, “böyledir” diye iddia edemem.
Gazetecilerin yazılarına da genel bir ihtiyat hâkim. Evet, gördüklerinden ve kendilerine anlatılanlardan etkilenmişler, cezaevinin büyüklüğü tarife sığacak gibi değil ama yine de yazılara bir ihtiyat payı bırakmışlar. Çünkü Türkiye’de yaşadıklarını biliyorlar, “teftiş cilası” diye bir şeyin varlığından da kuşku duymuyorlar.
Nitekim kuşkuyu haklı kılacak durumlar dışarıya sızmıyor da değil. Mesela Tuncay Özkan’ın sağlık sorunları hâlâ çözülebilmiş değil, “Hastanemizde şu kadar doktor bu kadar saat görevdedir” demekle bunlar çözülmüyor.
Bir de emekli orgeneral Ergin Saygun’un oğlunun e-postasını okuyalım:
“Geçtiğimiz hafta cezaevi reviri babamın yatarak tedavi edilmesi lâzım diyerek, Silivri Devlet Hastanesi’ne sevk etti. Buradaki doktorlar ilgisiz ve küstah tavırlar sergilediler. ‘Geç şurada otur, bekle’ türünden söylemlerle, muayene olayını psikolojik bir baskının parçası haline getirdiler. Muayenede, akciğerlerinde 3 litre su biriktiği ortaya çıktı. Buna rağmen ‘yatmasına gerek yok’ diye cezaevine geri gönderdiler. Ayrıca ‘kuru iğne’ adı verilen tedavinin uygulanması gerekmekte, bu da Silivri Hastanesi’nde yok. 2 ay gibi kısa bir sürede 10 kilo kaybetti babam. Adli Tıp’ın, babamın cezaevine gidebilmesi için koyduğu en önemli şart, poliklinik hizmetlerinin sağlanabilmesiydi. Kardiyolog, nörolog, dâhiliye ve nefroloji uzmanlarının sürekli kontrolü altında olması gerektiği söylenmişti. Ve bu hastalıklara uygun bir diyet uygulanması da şart idi. Cezaevinde çıkan yemeğe tuz koymamakla, diyet yemek olmuyor. Babamı son gördüğümüzde tekerlekli sandalyedeydi. Ciğerlerindeki 3 litre su sebebiyle konuşurken nefes nefeseydi. Gözyaşlarıyla döndük evimize.”
Yeni bir Kuddusi Okkır olayı ile karşılaşmamış olmamız, sadece tutukluların bir şansıymış gibi geliyor bana.
Bakana önerim, cezaevi teftişini “habersiz” yapmasıdır. Öyle yapacağı bir teftişe gazeteci çağırmasına da gerek yok, vicdanı yanında olsun yeter!
28 Şubat’ta neredeydin?
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, Trabzon’da yaptığı konuşmada CHP’nin Genelkurmay Başkanlığı’nın son açıklamalarına tepki göstermesini eleştirirken şöyle bir cümle de kullanmış: “Ya siz kaplandınız da 28 Şubat’ta neredeydiniz?”
İlginç bir soru olduğu aşikâr! “28 Şubat’ta neredeydin?” Bu isimde bir film de çekilebilir, film isimi olarak da ilgi çekecektir.
28 Şubat ile ilgili soruşturmanın başladığı ilk günden bu yana 28 Şubat döneminde kimin ne yaptığı siyasal İslâmcı cephenin, AKP ileri gelenlerinin ve yandaş medya köşe yazarlarının en büyük merakı. Soruşturmanın genişletilmesi ve sevmedikleri bazı isimlerin de bu vesileyle Silivri’deki Altın Kafes’e tıkılmalarına karşı dayanılmaz bir istek duyuyorlar.
Bu durumda Başbakan’ın sorusunun muhatap alanını genişletmekte yarar vardır diye düşünüyorum.
28 Şubat’ın baskılarına karşı direnenler elbette oldu. Ama hiç direnmeyenler arasında bizzat zamanın siyasi iktidarı da vardı.
Sorulduğunda “Rahmetli Necmettin Hocamız kırıp dökmeden idare etmenin yolunu aradı” diye izah ediyorlar. Peki, aynı düşüncede başkaları olamaz mı? Mesela bu işte çok suçladıkları Süleyman Demirel de aynı şekilde “Kırıp dökmeden askeri idare edelim” demiş olabilir mi?
Başbakan konuyu açtığına göre 28 Şubat tarihli Milli Güvenlik Kurulu tutanaklarını açıklayarak işe başlamakta yarar var.
Orada ne konuşuldu, kim ne söyledi, askerler açık ya da örtülü bir darbe iması yaptılar mı, hükümet bunu nasıl karşıladı?
“28 Şubat’ta neredeydin” sorusunun yanıtını almaya başlamamız gereken yer, öncelikle o gün orada o toplantıda bulunanlardır.
‘Yürütmeyi’ denetlesek de mi saklasak?
AKP sözcülerinin birbiri ardına çıkıp “En iyisi Başkanlık sistemidir, mevcut düzende parlamento, yürütmeyi denetleyemiyor” dediklerini dinleyip, okudukça şaşırmamak elde değil.
Bugün TBMM’nin elinde, yürütmeyi denetleyebilmek için kaynağını Anayasa ve iç tüzükten alan birçok olanak var.
AKP de parlamento çoğunluğuna sahip parti olarak bu olanağı en iyi değerlendirecek olan parti.
“Güçler ayrılığı, güçler ayrılığı” diye çırpınanları görsem soracağım: Elinizi kim tutuyor da yürütmeyi denetleyemiyorsunuz?
Benim bildiğim kadarıyla “rejim üzerindeki asker vesayeti” kalktı, yani yürütmenin denetlenmesini engelleyenler onlar olamaz.
Sendikalar, sivil toplum örgütleri deseniz, esamisi okunmuyor.
“Üçüncü güç” yargı da bir engel olmamalı, hatırlarsınız bunun için Anayasa’yı değiştirdiniz.
Bu durumda “olağan şüpheli” o malum, “tek adam”! Onun varlığı, “yasamanın yürütmeyi denetlemesine engel oluyor”!
Çünkü milletvekillerini o seçiyor, sevmediklerine cehennem ateşleri fırlatabiliyor vs.
E şimdi karşısında tir tir titrediğiniz ve bu yüzden Anayasa’dan doğan görevlerinizi yapmaya bile korktuğunuz adam başkan olunca nasıl denetleyebileceksiniz?
Paylaş