GEÇEN gün gazetede bir haber okudum. Bir adam, sevgilisine kaçan kızını öldürmüş, mahkeme de bunu hafifletici neden olarak görüp adamın cezasını indirmiş!
Mahkeme neredeydi, adam kimdi, kız şimdi mezarda neler çekiyor, sevgilisi ne halde?
Umurumda değil.
Sadece şuna takıldım: Bir küçük kız kalbinin istediği yere doğru gitmiş ve şimdi hayatta değil!
Doğduğu günden beri yaşamımın merkezi olmuş bir kızım var. Bir gün o da kalbinin onu götürdüğü yere gitmek isteyecek.
Büyük olasılıkla "çocuğu" hiç sevemeyeceğim. Kıskanacağım. Ona layık bulamayacağım.
Ama kalp benim değil, onun. Neler hissettiğini bilemem ama anlamak zorunda olmalıyım. Çünkü onu seviyorum, bir karşılık beklemeden!
O mahkemenin yargıcı olsaydım, o adamı cezaların en ağırına çarptırmakta bir an bile tereddüt etmezdim.
Ama ülkemizin yasaları ve erkek merkezli gelenekleri yargıçları da etkiliyor.
"Töreler" babalara böyle bir hak veriyor ve ne kötü ki hukuk gibi en ciddi eğitimi almış bir yargıç bile bu töreleri "haklı" bulabiliyor!
Böyle bir ülkede yaşamak istemiyorum aslında ama gidebileceğim bir yer de yok.
Ümidim burada tutuyor beni. Bir gün ülkemin yargıçlarının da kimsenin böyle bir cinayeti işlemeye hakkının olmadığını, hiçbir gerekçenin böyle bir suçu hafifletemeyeceğini düşüneceklerini ümit ediyorum.
Acaba çok mu hayalciyim?
Mutluluğun formülü çok açık
BÖYLE bir şarkı hatırlıyorum, kim söylüyordu onu bilemiyorum ama."Mutluluğun formülü çok açık / Bir sen, bir ben, bir de bebek!"
"Sen"i ve "ben"i bilmek kolay! "Bebek" de öyle. Semt olandan değil, yumuk elleriyle gözlüğümü yakalamaya çalışan, tombul yanaklı bir "şeyden" söz ediyoruz.
Ensesi süt kokar. Gazını çıkarmak için sırtına pıt pıt vururken ağzını açar ve bembeyaz bir şeyler kusar. Sevgiliniz kussa içinizi ayağa kaldırır ama onunki başkadır.
Dün öğlen saatlerinde Bebek İskelesi’nden bir arkadaşımın teknesine bindim ve adalara doğru açıldık.
Dev gemilerin yarattığı dalgaların üzerinde zıplarken bunu düşündüm: Mutluluk nedir?
Bir "Stoacı" için formül belli: Üşümemeni sağlayacak kadar giysi, karnını doyuracak kadar giyecek, içinde uyuyabileceğin bir barınak ve geceler boyunca sohbet edebileceğin bir grup arkadaş!
Yaşadığımız dünya ile aramdaki sorun da sanırım bundan kaynaklanıyor. Elbise Prada mı olacak yoksa Beşiktaş Pazarı’ndan alacağın bir tişört ve pantolon mu? Yemekte havyar-bilini mi istersiniz, yoksa çıtır bir ekmeğin arasına gömülmüş haşlanmış yumurta ve taze soğan mı? Gece uyuyacağın barınak Boğaz’da bir yalı mı olacak, Ümraniye’de bir gecekondu mu?
Bunları seçebilme özgürlüğü herkes için geçerli değil. "Durumun" neyse o yeterlidir her zaman.
Sorun, geceler boyunca sıkılmadan sohbet edebileceğin arkadaşları bulabiliyor olman ile ilgili.
Bulamıyorsan, yandın!
Konuşkan bir insan sayılmam. "Gözlerime bak ne demek istediğimi anlarsın" türü bir insan da değilim ama.
Dün bir deniz otobüsünün kabarttığı denizin üstünde bunu düşündüm.
Konuşabileceğin bir arkadaşının olması yeterli olabilir ama konuşabileceğin bir sevgilin olması en muazzamıdır!
Artık nasıl mutlu olabileceğimi bildiğim bir yaşa geldim demek ki:
Bir sen, bir ben, bir de bebek!
Ülkemin insanları
DEMOKRAT olmak kolay değildir.Kendine ait, inandığın bir fikre sahip olacaksın ama seninkinin tam tersi fikirlerin söylenebilmesine de tahammül edeceksin.
Gerçekten kolay değildir. Hele bizim gibi damarlarında Akdeniz kanı akanlar için.
Hayatında "ama" olmayacak.
"Evet, öyle ama" diye bir cümle diline hiç dolaşmayacak.
1 Mayıs’ta İstanbul’da olanlar, ülkemizi yönetme hakkını seçimle kazananların bundan çok uzak olduğunu gösteriyor.
Ülkemin insanlarının önemli bölümü kendi fikrine karşı bir şeyler söyleyenlere tahammül edemiyor.
Yönetici olmaya seçilenler de onun bir yansıması sadece.
1 Mayıs’ta insanlar dayak yedi, gözlerine biber gazı sıkıldı, acı çektiler.
En acısı da bu zaten! Ülkemin insanlarının bir bölümü, öbür bölümünün dayak yemesine üzülmüyor!