Cumhurbaşkanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre Erdoğan, hem cenaze namazına katılacak hem de ertesi gün düzenlenecek törene.
Muhammed Ali’nin ailesinin verdiği bilgiye göre törende konuşma da yapmak istemiş ama konuşma yapacakların sayısının çok olması nedeniyle yabancılara söz verilmeyeceği için konuşamayacakmış.
İnsanın sevdiği, değer verdiği birisinin cenaze törenine katılması doğru bir tutumdur ve bir son saygı-vefa gösterisidir.
Bu nedenle Cumhurbaşkanı’nın bunca işini gücünü bırakıp cenaze için Kentucky kentine kadar gitmesini elbette eleştiremem.
Gerçi o harabeye ne kadar “Nusaybin” denilebilir, bilmiyorum.
Meydana benzer bir yerde dört zırhlı araç ve bir grup asker var. Bazı yıkıntıların üzerine büyük Türk bayrakları asılmış.
Görüntü, Suriye iç savaşında gördüğümüze benzer yanmış, yıkılmış, harabeye dönmüş bir kent.
82 gün süren bir savaşın ardından PKK’nın elinden geri alınmış Nusaybin ve bu fotoğraf o geri alınışı gösteriyor.
Kendisine şiddet uygulayan kocasını 36 yaşında boşamış, bir daha hiç evlenmemiş.
Doğurduğu tek çocuk da daha bebekken öldüğü için hiç çocuğu da yok.
Yardımcısı olan kadına da sık sık erkeklere karşı dikkatli olmasını öğütlüyormuş.
“İlk önüne çıkanla nişanlanma” diyormuş.
“Büyükelçimizi geri çekeceğiz. Büyükelçinin Türkiye’ye gelişinden sonra nihai kararımızı vereceğiz” dedi.
Bu tasarının Alman Parlamentosu’nda bugün oylanacağından ve bütün partilerin bu tasarı için olumlu oy kullanacağından sağır sultanın bile haberi vardı.
Bu tasarı dün ortaya çıkmadı, 14 aydır komisyonda bekliyordu.
Ve Cumhurbaşkanı diyor ki “Büyükelçi geri gelsin, o zaman nihai kararımızı vereceğiz”.
“Paris’te yaşananlardan dolayı endişeli ve kaygılıyım” dedi.
“Protesto hakkını kullanan insanlara Fransız polisinin uyguladığı şiddeti kınıyorum. Yaşanan vahim olayları dünyaya aktarmayan Batı medyasını kınıyorum. İnsan hakları örgütlerini, Batılı politikacıları, Paris’te yaşanan hadiseler konusunda daha duyarlı olmaya davet ediyorum” diye de devam etti.
Bugüne kadar Türkiye’de iktidar sahibi hiçbir politikacı böyle konuşmamıştı. Ne Türkiye’deki polis şiddeti için, ne de başka ülkelerdeki polis şiddeti için.
Doğal olarak gözlerim yaşardı!
Her fırsatta “ümmetin geleceğinin” imam hatiplilerin elinde olacağını söylüyordu.
Buna şimdi bir de TÜRGEV yurtlarında kalan gençleri eklemiş bulunuyor.
Şöyle dedi: “Örnek bir gençlik inşallah TÜRGEV’in yetiştirdiği, yurtlarında kalan gençler olacak.”
Ve önümüzdeki süreçteki hedefini de açıkladı: “Yeni dönemi, okul yapmaktan ziyade, okul müfredatının içeriğine yoğunlaşma dönemi olarak ilan ediyorum.”
Şöyle diyor: “Yeni bir karar daha aldık. Legal görünümlü illegal terör örgütü, Fethullahçı Terör Örgütü olarak tavsiye kararını aldık ve hükümete gönderdik. Şimdi de bakanlar kurulu kararını bekliyoruz. Bunların terör örgütü olarak tescilini gerçekleştireceğiz. PYD, YPG, PKK neyse, aynı yargılama sürecine girecekler.”
Yani şimdi hükümet, Fethullahçıların aslında bir dini cemaat görüntüsü altında terör örgütü olduğu ile ilgili bir karar alacak ve savcılar da bundan sonra davalarını açarken buna bakacaklar, yargıçlar da buna göre karar verecekler.
Bu köşeyi eskiden takip edenler, Erdoğan ve cemaatin kol kola, el ele Türkiye’yi yönettiği günlerde, bu cemaatin gizli örgüt olduğunu yazdığımı hatırlayacaklardır.
Bu teşkilat, bir tür gizli örgüt gibi faaliyet gösterdi.
Bunun üzerine sakıt Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “basın bürosundan” bir açıklama aldım.
Önce bu açıklamayı bilginize sunuyorum:
“25 Mayıs 2016 tarihli köşe yazınızda Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Başbakanlık döneminde gerçekleştirdiği yurtdışı seyahatlerine ilişkin gerçeklerle bağdaşmayan iddiaları gündeme getirmiş bulunuyorsunuz.
Sayın Cumhurbaşkanı ile Sayın Davutoğlu’nun ilişkilerine dönük temelsiz bu iddialarınızı kamuoyumuz zaten ciddiye almamaktadır. Kaldı ki köşenizde sürekli dile getirdiğiniz eleştirilerin halkımız tarafından ciddiye alınmadığının göstergesi de 14 yıldır milletimizin AK Parti’ye gösterdiği teveccühtür.