1960’tan beri gazetecilik yapıyorum. İlk atlatma haberimi 27 Mayısçılar aralarında “yeni anayasa hazırlamakla görevli” olan hukukçuların da bulunduğu 147 öğretim üyesini üniversitelerden tasfiye ettiklerinde, bu haberi yayınlayarak yapmıştım.
Bu kavga bitmez
Bu kavgayı önümüzdeki hafta da izlemeye devam edebileceğimi bilerek, bu pazar bestecilerle şairlerin birlikteliğinden doğan eşsiz şarkıları dinleyeceğim bütün gün.
O günden bugüne muhabir olarak sayısız haber ve röportaj, sekreter olarak binlerce sayfa ve yorumcu-yazar olarak ciltler dolduracak kadar çok yazı ve inceleme hazırladım. 1974’te başlayıp bugün de devam eden televizyonculuk alanında kaç program yaptığımı bilemiyorum.
Bu süre boyunca dünya değişti, köylü Türkiye kentli oldu, turizm ve ihracat ekonominin lokomotifleri şimdi. Ama hala 1960’taki gibi yeni anayasa yapmaya çalışanların kavgalarını ve serüvenlerini izlemek durumundayım. Gerçekten çok yorucu bir süreç bu.
Bu kavga bitmez
Burada üzücü olan durum, bazı kafaların çok sesliliği sona erdirmek için veya çok sesliliğin tehlikeli olduğunu söylemek için seslerini yükseltmeleridir.
Bu kafalar tartışılmazların dünyası olan “inançlar”ı rahatça tartışmaktadır. Fakat insan aklının ürünü olan anayasalar veya ideolojiler tartışıldığı zaman, bunu “rejimin tehdidi” olarak sunmaktadırlar.
Bir de “temcit pilavı”nı sofraya sürme alışkanlığının hiç bitmemesi meselesi var gündemimizde.
Örneğin birileri 1970’lerde Ecevit “ortanın solu” rüzgarı ile Başbakan olduğunda onu Kerensky’e benzetmeyi pek severlerdi. Şimdi de “ortanın sağı”ndan gelen Tayyip Erdoğan’ı Kerensky’e benzetmeye çalışanlar var.
Şaşırtıcı olan durum ise, sivil toplumun alanındaki mekan ve mesleklerde savcı veya komiser olmaya hevesli kişilerin çokluğudur.
Örneğin gazete köşelerinden her gün diğer köşeleri izleyip çetele tutmayı, listeler yapıp bunları kendi saplantılı tutumuna göre kategorize etmeyi meslek edinmiş rejim ajanlarına sık sık rastlanmaktadır.
Çoğulcu demokrasinin sağlığı “katılım”a bağlıdır. Bu kavramın içinde eleştiri de vardır, yönlendirme çabası da vardır.
Ama paylaşmadığı bir görüşü ya da siyasal eğilimi veya oy vermediği iktidarı
“Kız Sen İstanbul’un Neresindensin”i bilmeyenimiz var mı ki?
“Duruşun andırır asil soyunu
Hisar Kuruçeşme sahil boyu mu
Arnavutköylü mü Ortaköylü mü
Kız sen İstanbul'un neresindensin?”
Güftenin tamamını değil, bazı bölümlerini alıntılayarak yerimizi daha ekonomik kullanmayı deneyeceğim:
“Başında esen kavak yeli mi
Gözünden akan aşkın seli mi
Bir Alman Yahudisi yıllardır yan yana yaşadığı komşusuna “Ben artık bu ülkede yaşamak istemiyorum” diye yakınmış. Komşusu “Neden?” diye sorunca da “Yarın Almanya’daki bütün terzileri ve Yahudileri toplayıp, sınır dışı edeceklermiş” demiş.
Komşu şaşkın “Terzileri neden sınır dışı etsinler ki?” diye tepki gösterince, Alman Yahudisi acı acı gülmüş,
- İşte bu nedenle artık bu ülkede yaşamak istemiyorum, diye mırıldanmış.
Milletlerin yediği böyle damgalar vardır. Nazilerin gerçekleştirdiği Yahudi soykırımının üzerinden yarım yüzyıl geçmesine rağmen, Almanlar hakkında böyle fıkralar hala üretiliyor.
“Neden terzileri sınır dışı etsinler ki?” diye sorarken “Neden Yahudileri sınır dışı etsinler ki?” diye sormaya gerek görmeyen bir kafa yapısıdır bu.
Acaba yabancıların zihinlerinde biz Türkler hakkında verilmiş ve böyle kemikleşmiş damgalar var mıdır?
Yabancıların düşünceleri
Söylentilerle dedikodular birbirine karışıyor. Yerli ve yabancı muhtemel alıcı isimleri üzerinde sayısız spekülasyonlar yapılmakta.
Yabancı alıcılar hakkında bir şey diyemeyiz. Dünyadaki büyük sermaye daha da büyümek ve globalleşmenin gereğine uygun biçimde çeşitli coğrafyalarda yatırım yapmak zorunda. Bu sermaye sadece yıllık kar rakamlarına bakmıyor. Şirket değerleri ve bu değerin istikrarlı biçimde artması da, global ölçekteki yatırımlara bağlı.
Yani uzun vadeli hesaplar da söz konusu.
Yerli sermayenin medyaya girmeye hevesli olmasını anlamak ise çok kolay değil.
Yakın geçmişte “Bir banka-bir gazete-bir televizyon kanalı” sahibi olmak “Ankara’dakiler”e ulaşmanın yöntemi olarak kabul edilirdi. Böylece devlet pastasından pay almak hesapları yapılırdı.
Ama bu dönem geride kaldı. Bu serüvenin kahramanları şimdi TMSF’nin vesayeti altındalar.
Aklın yolu ve basının tepkisi
Ankaralıların birbirlerini yemelerine alışkınız ama, böylesine somut bir örneğe rastlayınca doğal olarak hepimizin tüyleri ürperdi.
Yamyamlık ir gerçek ve sadece insanlara özgü bir olgu da değil. Hemcinslerini yiyen hayvanlar da var doğada. Daha ötesi, kendi kendilerini yiyenler de var. Bilim dilinde bu kendi kendini yemeye “autocannibalism”, “autosarcophagy”, “autophagy” benzeri isimler veriliyor.
“İnsan kendi kendini yer mi?” demeyin sakın. “Lesh-Nyhan Sendromu” diye adlandırılan kendi kendini yeme modelinde, saçlarını, tırnaklarını, dudaklarını, yanaklarını ısıranların genellikle dişleri sökülerek bunlar tedavi edilirmiş. Bu kendi saçını yeme türü yamyamlığın diğer adı da “Rapunzel Sendromu”ymuş.
İnternette bunlara ilişkin sayısız örnek var. Mesela 2007’nin 13 Ocak günü Danimarkalı sanatçı Marco Evaristti, yakın arkadaşlarına verdiği yemek davetinde göbeğinden aldırdığı yağlardan yapılmış köfteleri ikram etmiş.
İçim içimi yiyor
Kendi kendini yemenin mecazi anlamda kullanımı
Bugün hangi konuları tartışıyorsak, Başbakan İnönü de, Başbakan Menderes de bunlar üzerinde görüş açıklamışlar.
Ben sadece “Basın hürriyeti” konusunda, 1930’ların ve 1950’lerin başbakanlarının neler dediklerini hatırlatarak, siyasi nostalji yapacağım. Bundan 50 yıl sonra da belki bir meslektaşım bugünkü Başbakan Tayip Erdoğan’ın konuşmalarını alıntılayarak, o dönem kuşaklarına “dün”ü hatırlatacaktır.
İnönü ve Basın Hürriyeti
Önce “Başvekil İsmet Paşa Hazretlerinin 5/7/1931 tarihinde Büyük Millet Meclisinde vaki olan beyanatları”ndan bir bölümü aktarayım:
-Bir cemiyetin hayatını mütemadiyen fena gösteren bir neşriyat o memlekette hiçbir hayır vücuda getirmez.Gençler ve çocuklar mütemadiyen fena idare olunduklarını, her şeyin fena olduğunu, milletin büyük diye iyi diye tanınacak hiçbir şeyi olmadığını duya duya, okuya okuya bedbin ve meyus adamlar olur. Milletin istikbalini idare edecek çocuklar genç yaşlarında bu kadar zehirli hava teneffüs ederek istikbale çıkarlarsa, milletin atisinden nevmit olmak lazımdır. Muttarit ve ve mütemadi fena neşriyat bir memlekette ahlakı ıskat eder. Matbuat hürriyetinde şuurlu bir murakabe ifa etmek değil de münhasıran fena göstermek maksat olursa, bununla yapılan murakabe sui istimalatı tenkis etmez, bilakis doğru yoldan sapmaya mütait olanları hırsız olmaya teşvik eder. Çünkü namuslu adamın kolayca hırsızlık ile itham edilmesi ve hırsız muamelesi görmesi, asıl hırsızları herkesin kendileri ile beraber olduğu zannına düşürürü ve hırsızlar utanacak bir mevzu kalmadığını iddia ederler.
Şimdi de Başvekil Adnan Menderes’in “1955 yılı Bütçe görüşmelerindeki konuşması”ndan bir bölüm aktaralım:
Çünkü çok yakın geçmişte “Bu TBMM cumhurbaşkanı seçemez” tezinin de seslendirildiğine tanık olmuştuk. 22 Temmuz erken genel seçimi de, yeni TBMM’nin cumhurbaşkanını seçebilmesi için yapılmadı mı?
Yeni bir anayasanın toplumun geniş kesimlerinin görüşleri alınarak ve genel destek sağlanarak yapılması, tabii ki en doğru yöntemdir. Ama işin ölçüsünün kaçırılması ve “Bu TBMM bir kurucu Meclis değil” çizgisinden gidilerek yasama yetkisinin anayasa yapımını içermediğini ileri sürülmesi, hukuk mantığını fazlaca zorlamaktır.
Her şey ak ve kara olmamalı
Acaba bu olayda da işi “ak” ve “kara” zıtlaşmasından çıkartıp, bir akıl uzlaşması sağlanması denenemez mi? Örneğin CHP, yeni anayasa yapımı çalışmalarına aktif biçimde katılıp, CHP programındaki ilkelerin anayasa metnini etkilemesi için ağırlığını koyamaz mı?
Çünkü 1994 tarihli CHP programı, 12 Eylül 1980 askeri rejiminin hukuka ve siyasete getirdiklerini en radikal biçimde eleştiren ve “değişim”e ayak uydurulması gerektiğini en somut örneklerle ifade eden bir metindir.
Bu programdan bazı satır başlarını aktaralım: