Haberi duyduğum zaman, inanamadım.
Nasıl olabilir, Türkiye Başbakanı nasıl olur da böyle bir şey söyleyebilirdi?
Kendi aklına mı geldi, yoksa başka biri mi bu fikri verdi?
Yoksa, bir yanlış anlama mı?
İki gün süreyle Genelkurmay Başkanlığı’nın düzenlediği terör seminerine katıldım. Aslında yapılan konuşmalara hiç ilgi duymadım. Yıllardan beri duyduğum görüşler tekrarlandı. Hepsi önemli ve değerli kişiler, önemli ve değerli görüşler ortaya koydular. Ne yalan söyleyeyim, benim merakım bu seminere katılan askerlerin nabzını tutmaktı.
Hem toplantılarda, hem de davetlerde bol bol konuştuk. Sorduklarımızın büyük bölümü yanıtsız kaldı. Farkına vardım ki, muhataplarım da bir çok sorunun yanıtını bilmiyor. Onlar da bizim gibi, tahmin-yanılma metoduyla bir sonuca varmaya çalışıyorlar.
Genel izlenimim, madalyonun iki yüzü gibi...
Bir yüzünde, Genelkurmay’ın kamuoyuna yönelik yeni stratejisinin getirdiği memnuniyet var.
Türk Silahlı Kuvvetleri, yeni bir sürece girdi.
Şimdiye kadar TSK, Genelkurmay vasıtasıyla sert tepkiler vererek kendini savunurdu.
Birgün tüm Kuvvet Komutanlarını toplayarak, ertesi gün bir savaş gemisi güvertesinden özel anlam yüklü mesajlar vererek, kimi zaman sesini yükseltip, kimi zaman kürsüyü yumruklayarak tepki verildi.
Ancak, bu tepki yöntemi beklenen sonucu vermedi. Ardı ardına açılan dosyalar, yeni iddianameler kamuoyundaki soru işaretlerini arttırdı. TSK da sert tepki göstermekle kaldı. İnandırıcı olmadı. Her tepkiden sonra yeni bir olayın patlaması kamuoyundaki “güvenirlik” oranını aşağı çekti.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu ülkedeki konumu, 2006 yılından bu yana dramatik bir değişimden geçiyor. Özellikle son iki yıldır bu süreç giderek daha da hızlandı. Artık, geçmiş yıllardaki TSK yok. Artık TSK’nın iç politikaları şekillendirmesi, TSK’nın dış politikadaki ağırlığı kalmadı.
Bu noktaya gelinmesi hiç kolay olmadı.
Üstelik henüz yolun da sonuna gelinmedi.
Değişimin hızlandığı son iki yılda, bu büyük kurumun dümeninde Org. Başbuğ vardı. Bence, iyi ki de o vardı. Zira bu ülkenin istikrarını bozabilecek birçok yol kazalarının, Başbuğ’un tutumu sayesinde önlenebildiğine inanıyorum.
Yıllar boyunca, kimin yakaladığı hakkında çeşitli hikayeler yazıldı. İnanılmaz kahramanlık destanları dizildi. Meğer Şemdin Sakık’ı, Barzani Türkiye’ye teslim etmiş.
Şemdin Sakık’ın anlatımı, Tuncer Güney’in editörlüğü altında Lagin yayınlarının piyasaya verdiği “Şiddetin Sefaleti” adlı kitapta Şemdin Sakık, nasıl ve kim tarafından yakalandığını, bizlerin andıçlanmasına kadar giden olayların iç yüzünü nihayet aydınlatıyor.
Kitabın en ilginç bölümü şöyle:
Beni Yeşil yakaladı
15 Mart 1998’de örgütten ayrılıp KDP peşmergelerine sığındım. Orada bulunan kardeşim Arif Sakık’la bir ev kiralayıp normal yaşama geçtik. Bu sırada KDP ve Türk yetkililer, Türkiye’ye getirilmemiz için bazı görüşmeler yapıp anlaşmışlar. 13 Nisan 1998’de başlarında Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın bulunduğu beş kişilik bir ekip bizi Kuzey Irak’tan alıp Silopi’ye getirdi. Silopi’de tutulduğumuz üç saat boyunca öldüresiye kaba dayaktan geçirildik. Bu sırada birisi işkence gördüğümüz odanın kapısını çalıp içeri girdi: “Ankara’dan talimat var, bu kişiler öldürülmeyecek ve en kısa sürede mahkemeye çıkarılacaklar, onları artık dövmeyin...” haberi verdi. Sonra bizi Diyarbakır’a getirdiler.
Geçenlerde, Türkiye’nin yönetimine dolaylı şekilde karışan veya müdahele edebilen bir gurup ile birlikteydim.
Hepsi sivil, hepsi zengin, hepsi etkili kişilerdi.
Ülke yönetiminde söz sahibi çevrelere istedikleri anda hemen ulaşabilen, söyledikleri gazete sayfalarına yansıyan, her attıkları adım olay olan, Uluslararası çevrelerde tanınan ve görüşlerine önem verilen elit bir insan grubuydu.
Bütün gece boyunca ne konuşuldu, tahmin edebilirsiniz.
24 nisan tarihi yaklaşıyor ya, her yıl aynı dönemde seyrettiğimiz filmi tekrar görüyoruz. Ancak dikkat edelim, her geçen yıl durum biraz daha gerginleşiyor. Türk- Amerikan ilişkileri inanılmaz zedeleniyor. Sonra da, açılan yaraların kapanabilmesi için inanılmaz çaba harcanıyor. Tabii sonunda zararlı çıkan taraf bizler oluyoruz.
Aslında, bu gidişin ne kadar tehlikeli olduğunu gören taraf Başkan Obama idi.Sırf bundan dolayı, Ankara’ya geldi ve Ermenistan ile Türkiye arasında bir müzakere sürecinin başlamasını istedi.
Obama’nın amacı , müzakere sürecini başlatmak ve bu sayede, Ermeni lobisinin baskısından kurtulmaktı. Zira seçim sırasında Soykırım konusunda kendini bağlamıştı.
Nitekim, Ermenistan ile Türkiye arasında imzalanan tarihi protokol, Erivan’ı değil asıl Ankara’ nın hayatını kolaylaştırmıştır.
Bu konunun en önemli isimlerinden biri sayılan Naci Görür (İstanbul Teknik Üniversitesi Jeoloji mühendisliği öğretim üyesi), 2007 yılında açıkça söylüyor. Elazığ bölgesinde bir deprem beklenmesi gerektiğini ve inşaatların buna göre yapılmasını, köylerin fayların geçtiği bölgelerden kaldırılmasını belirtiyor. Üstelik konuşması kitap halinde toplanıp herkese dağıtılıyor.
Sonuç ne ?
Koskocaman bir hiç...
Görür, herşeyi söylediklerini anlatıyor.