MÜSİAD başta olmak üzere AKP’ye çok yakın bazı iş örgütleri ve işadamları ‘IMF’ye gerek yok’ görüşünü baştan beri savunuyorlar. Onlarda bir değişiklik yine yok.
Ancak, son 2-3 aydır geniş bir yelpazenin giderek ‘IMF’siz hayat’ görüşünü savundukları dikkatimi çekiyor. Bir dönem ‘Asla’ diye başlayan bankacılar arasında bile bu ruh halinin yaygınlaştığını gözlemliyorum.
Belki de bunun arkasında, ‘En kötü günleri IMF’siz bıraktık. Şimdi büyüme başlarken niye IMF’ye bağlanalım’ görüşü vardır. Çünkü, IMF’li hayat, önemli ölçüde güven getirdiği gibi, kamu kaynaklarını da bağlayacağı için, bazı sektörleri olumsuz etkileyebilecek.
Ekonomistler ne diyor?
IMF’siz hayat’ın cephe genişliğini geçtiğimiz hafta içinde bir araya geldiğimiz ekonomistlerde de gözlemledim. Geniş Açı adlı dergimiz için yaptığımız toplantıda, Deniz Gökçe, Prof. Dr. Taner Berksoy, Ercan Kumcu, Ege Cansen ve İş Yatırım Araştırma Müdürü Serhat Gürleyen’e şu soruyu yönelttim: ‘IMF’siz yola devam etmek mümkün mü?’
Ercan Kumcu, diğerlerinden ayrıştığını şu sözlerle ortaya koydu: ‘IMF’yle anlaşmak gerektiğini düşünüyorum. IMF anlaşması olmadan, Türkiye bir program açıklarsa, bunun hiçbir kıymeti olmaz. Aksine Türkiye’nin kendi krizini kendisinin yaratmakta olduğu konusunda ciddi şüphelerim var.’
Prof. Berksoy, Gökçe, Cansen ve Gürleyen ise ‘Mali Kural’ın uygulanması koşuluyla, IMF olmadan da olur.’
Değer kaybeden para birimleri ve yükselen faizler normale dönüyor. Büyüme, bazı ülkelerde başladı, bazı ülkelerde ise önümüzdeki dönem gerçekleşecek gibi...
Perakende satışları yavaş hareketleniyor, konut pazarından canlılık haberleri geliyor.
Özetle krizle gidenlerin önemli bölümü yerine geliyor. Ama işini kaybedenler ve iş peşindekilerin umutları tükeniyor. Krizin gerçek kaybedeni işsizler oldu, olmaya da devam edecek. Özellikle de gençler...
Kayıp kuşak mı doğuyor?
Dünyanın dört bir yanında genç işsizlik oranı artıyor. Genç işsiz sayısının 1 milyona, oranın ise 19.7’ye ulaştığı İngiltere’de, bu grup için ‘Kayıp Kuşak’ denilmesi de boşuna değil.
Eurostat’ın verileri, 2009’u ilk çeyreğinde AB’ndeki genç işsiz sayısının 5 milyona ulaştığını ortaya koyuyor. Bazı ülkelerde oranlar yüzde 33’lere kadar ulaşmış durumda.
ABD’de Temmuz itibarıyla genç işsiz sayısı 4.4 milyon gibi tarihi rakamlara ulaştı. Japonya’da ise oran yüzde 8.7’yi buldu.
Raporda, küresel ısınmanın, bütün dünyayı, özellikle de gelişmekte olan ülkeleri tehdit ettiği, rakamlar ve örneklerle ortaya konuluyor. Birkaç derecelik ısınmanın, özellikle Afrika ve Güney Asya’da GSMH’lara ne kadar büyük darbe vurduğu anlatılıyor.
Ancak, esas benim ilgimi, iklim değişikliği ve insanoğlunun yıkımından kaynaklanan ‘sel’ felaketlerine ilişkin değerlendirmeler çekti.
Raporu okurken, Habertürk gazetesinde Şehir Planlamacıları Odası İstanbul Şube Başkanı Erhan Demirdizen’in söyleşisini dikkatimi çekti. ‘İçinden nehir geçen Paris’te 99 yıldır sel olmuyor’ diyor ve gelişmiş ülkelerin bu sorunu aştığının altını çiziyor.
Dünya Bankası’nın raporunda ise ‘Çöllerle dolu Afrika’da bile sel sayısı artıyor’ sözünün altı çiziliyor. Zaten rapora ve Swiss Re gibi kurumların verilerine bakıldığında, meydana gelen sel olaylarının önemli bölümünün Asya, Güney Amerika, Afrika ve Doğu Avrupa’da gerçekleştiği dikkati çekiyor.
Afrika’yı bile sel basıyor
Dünya Bankası’na göre, hava koşullarından kaynaklanan felaketlerde, ölüm olayları son yıllarda azalıyor. Ancak, fırtına, sel ve kuraklık olayları hızla artıyor.
Bu tip hava koşullarından kaynaklanan zarar, gelişmiş ülkelerde 1980’lerde yıllık 20 milyar dolar düzeyindeydi, 2000’lerde 70 milyar dolara ulaştı. Gelişmekte olanlar ile düşük gelirlilerde ise 10 milyar dolardan 15 milyar dolara yükseldi.
Bunun için epey uğraştılar, bizden de yardım istediler. 40 ülkeden 12 binin üzerinde kadının katılımıyla gerçekten önemli bir araştırma gerçekleştirdiler.
Geçenlerde haber geldi, araştırma tamamlanmış, sonuçları yayına hazırhale gelmiş. Bu araştırmadan çıkan sonuçları, Michael J. Silverstein ve Kate Sayre, Harvard Business Review dergisinde analiz ettiler. Merak edenler, bu harika araştırmayı, Ekim Capital’inde okuyabilirler.
Erkekler çok mu şanssız?
Ben araştırmada gördüğüm bir bulguya dikkat çekmek istiyorum. Önce yazarların bir saptamasını birlikte okuyalım:
“Kadınların iş hayatındaki güçleri her geçen gün daha çok artıyor. Biz bu makaleyi yazarken Birleşik Devletler’deki çalışan kadın sayısı çalışan erkek sayısını yakalamak üzereydi.”
Yazarlar sonra çok kritik bir bulguya dikkat çekiyorlar: ‘Kriz döneminde ABD’de işini kaybedenlerin dörtte üçünü erkekler oluşturuyor.’
Onlara göre, bugün kadınlara, erkeklere oranla ortalamada çok daha az para ödeniyor. Ayrıca, yarım günlük işlerde çalışmaya daha fazla gönüllü olabiliyorlar. Dolayısıyla, işveren, önce yüksek ücret ödediği erkekleri, gerekirse ardından kadınları işten çıkarıyor. Yarı zamanlı çalışması ise iş kaybını önemli ölçüde önlüyor.
Bu yoruma onu, ekonomik önlemler konusunda geç kalındığına yönelik düşünceler itmişti. "Eğer Başbakan’a hayır diyebilenler, ona gerçekleri açıklıkla söyleyebilenler olsaydı, hızlı önlemler alınabilirdi" diye eklemişti. Philips’in Türkiye ve Kafkaslar CEO’su (icra başkanı) Anton Booij ile sohbet ederken, konu ‘çalışanlara güç verme’ stratejisine geldi. "Her şeyin tepeden geldiği bir yönetim anlayışı yerine, yetkilendirmeyi tercih ediyoruz" yorumunu yapınca, ona şunu sordum: "Size yöneticilerin arasında, gerektiğinde ‘hayır’ diyebilenler var mı?"
Türkiye biraz geleneksel!
'Türkiye’deki yöneticilerin biraz geleneksele yakın olduğunu’ vurguladı ve şöyle devam etti: "Bunu ben de çok destekliyor ve istiyorum. Ama ‘hayır’ diyebilme konusunda ilerliyoruz, daha iyi olacağız." Başka işadamı ve yöneticilere de bir süredir aynı soruyu yöneltiyorum. Eski kuşağa ait olanlar dışında görünüşte herkes ‘hayır diyebilen yönetici’ peşinde olduğunun altını çiziyor. Bakarsanız, herkesin rüyasını ‘gerektiğinde hayır’ yanıtını verebilenler süslüyor. Ancak, iş uygulamaya gelince, sonunda, dikkatinizi çekerim, CEO’nun bile değil, patronun dediği oluyor. Oysa, CEO ya da patronun yönetim takımından gelecek ‘hayır’ yanıtı, alınacak kararı en azından bir süreliğine tartışmaya açacak, farklı bir ya da birkaç bakış açısının masaya yatırılmasına neden olabilecek. Belki de büyük, milyonlarca dolarlık bir zarardan dönülecek.
Etraflıca düşünmeyi teşvik ediyor
Örneğin ben, kendi dergilerimde, içerik ya da projeler tartışılırken, çoğu zaman önce ‘hayır’ diyor ve konunun etraflıca tartışılmasını istiyorum. Bazen çok da işe yaradığını görüyorum. Aslına bakarsanız, nasılsa son karar patronun... Arada bir ‘hayır’ duyup, yine kendi kararını verebilir. Amazon’un yaratıcısı Jeff Bezos’un bir söyleşisini okumuştum. O benim söylemek istediklerimi, bu işin yararını çok iyi ortaya koymuş. Onun sözleriyle yazımı bitireyim: “Çok sayıda güçlü yöneticiye sahibiz. Resmi olmayan bir atmosferimiz var ve bu sayede insanlar yalnızca bana değil başkalarına da ‘hayır’ diyebiliyor. İnsanların düşündüklerini birinci başkan yardımcısıyla ya da başkan yardımcısıyla paylaşabilmeleri gerçekten önemli. Resmi olmayan bir atmosferin, ‘hayır’ diyebilmenin büyük olanaklar yarattığına inanıyorum.”
BORSALAR GERÇEKTEN EYLÜL’Ü SEVMİYOR MU?Eylül, her zaman ‘kara’ senaryolarla anılmıştır ekonomide... Uzun yıllardır hep 'eylülde kriz çıkacakmış’, ‘eylülde dolar fırlayacak’ gibi kehanetler duydum. Lafın kısası eylül ayı, ekonomide korkuyla anılır oldu. Oysa, Türkiye’nin başına gelenlerin tamamı başka aylarda oldu. Devalüasyonlar ve krizler eylülde değil, ağustos, kasım, şubat, nisan gibi aylarda geldi. Ancak, yine de eylül kadar hiçbirisi korkutucu olmadı. Türkiye dahil bütün dünyada borsaların yükseldiği bir dönemden sonra yine eylüle böyle bir hava ile girdik. ‘Borsalar düşecek’, ‘dolar fırlayacak’ beklentilerini siz de duyuyorsunuzdur. İlk günlerde borsalarda yaşanan düşüş de bu beklentileri bir ölçüde haklı çıkardı.
Peki borsalar eylülü sevmez mi?
Gerçekten önemli bu toplantı için Capital olarak resmi dergi niteliğinde bir dergi hazırlıyoruz. O nedenle gelişmeleri yakından izliyorum. Bu bağlamda özellikle otellerde yer bulma ve fiyat konusu hakkındaki sıkıntıları da biliyorum.
Bunu test etmek için önce birkaç 5 yıldızlı oteli aradım, bazı otel yöneticileriyle konuştum. Ardından da bir otelin sitesinden 5-7 ekim ile 5-7 eylül tarihleri için online fiyatlara baktım.
Otellerden gelen bilgi, internetteki fiyat verileri ve yöneticilerin söyledikleri, sektörün bu toplantıları bir fırsata dönüştürme gayretinde olduğunu ortaya koyuyor.
10 kat fiyat artar mı?
İşin doğrusu bazı oteller için bu sorunun yanıtı ‘evet’… Zaten konuştuğum otel yöneticileri de genelde fiyat artışlarını pek gizlemiyorlar. Sadece, ‘Bizden çok daha artıranlar oldu’ değerlendirmesini yapmakla yetiniyorlar.
Hatta Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, turizm dernekleri aracılığıyla otellere mesaj bile göndermiş. ‘Bu kadar da artış olur mu’ diye kızmış ve Başbakan’ın duruma el koyabileceği uyarısında bulunmuş.
Ancak, değişen bir şey olacağını sanmıyorum.
Arz talep belirliyormuş!
Oysa, iş dünyası tarihi hem dünya hem de Türkiye için izleyen bana göre, tasfiye listesini şirket ve işadamı bazında hazırlamak gerekiyor. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde, liderlik işadamında olduğu için önce işadamı, ardından da şirketi tasfiye oluyor. Yöneticiler ise işsiz kalsa dahi bir yerde kendine yer edinebiliyor.
Ömür kısalıyor, tasfiye artıyor
Her dönemde oldu, yaşadığımız dönem geride kaldığında, bir bölüm şirket ile işadamının tarihin sayfaları arasına girdiğini göreceğiz. Bunlardan bazıları basından, bazıları sanayiden, bazıları da perakendeden olacak. Kısaca, ortalama şirket ömrünün 10 yıla kadar düştüğü dönemde, tasfiye, şirketler dünyasının kaçınılmaz gerçeği olarak aramızda kalacak. Bu görüşümü de şu gerçeklere dayandırıyorum:
1. Avrupa’da ortalama şirket ömrü 20 yıl önce 20 yıl kadardı. Şimdi 10-12 yıl arasına düştüğü tahmin ediliyor. Bu konunun uzmanı Arie de Gues, bu sürenin daha da kısalacağını ileri sürüyor. Türkiye’de ise rekabet henüz artıyor, şirketler genç. Bu tehlike önümüzdeki 10 yılda daha çok kendini gösterecek.
2. Buna rağmen son 50 yılda iş dünyasından çok sayıda önemli şirket tasfiye oldu. 1967 yılında Türkiye’nin ilk 100 şirketinden bugüne sadece 15 şirket kaldı. Ankara Pazarları, Fay, Elvan gazozları, Cihan Elektronik, Günaydın gibi markaları artık aramızda değiller.
3. Sadece Türkiye’de değil, Amerika’da da aynı gerçek var. 1955 yılında ilk 100 şirketten 43’ü bugün listeye girebilmiş değil.
4. Değişimin arkasında yeni teknolojiler, yeni iş modelleri ve artan rekabet var. Değişimi göremeyip, kendini yenilemeyen, tüketiciyi anlamayan şirketler ya satın alınıyor, ya da küçülüyor.
Önce bankanın ne önerdiğini sordum. ‘Banka öneriyor’ yanıtını alınca, ‘istersen hesap yapalım’ önerisini yaptım.
Ardından hesap yaptık. Krediyi önceden kapatmanın maliyeti 1000 TL civarındaydı. Yapılan işlemin, en azından bu maliyete değecek düzeyde olması gerekiyordu.
Yaptığımız hesap bize şunu gösterdi: Biraz daha bekleyip yapılması halinde daha anlamlı olacak. Ben de faizlerin düşme eğiliminde olduğunu, sonbahara doğru daha da gerileyebileceği tahminimi ilettim ve ekledim: ‘Yine de son karar senin.’
3 ay sonranın bilançosu
Arkadaş hafta içi tekrar aradı. Oturduk tekrar bir hesap yaptık. Krediyi 1.66’dan kullanmış. Şimdi bankasına sormuş, 5 yıl vadeli için 1.20’den kredi kullandırıyorlarmış.
Yanlış aklımda kalmadıysa, şu andaki aylık ödemesi 850 TL civarında… Yenilediğinde ödeme 730 TL’ye geriliyor. 64 ayı dikkate aldığınızda aradaki fark 7 bin 680 TL’ye çıkıyor. 1000 TL düşün, geriye 6 bin 680 TL kalıyor.
Bir de şöyle bakın… Ayda 850 TL ödeyeceğinize, 730 TL ödüyorsunuz. Düşük gelirli birisi için oldukça iyi bir para…
Ya da 2000 TL ödüyorsanız ayda, bu aşağı yukarı 400 TL civarında bir indirime denk düşüyor. Hiç de fena değil, değil mi?