Asıl görevi hayatta kalmamızı sağlamak olan beynimizin, hayatımızın devamlılığını sağlayan adımlarımızın tekrarlanması için iyi hissettiren kimyasallardan, tehlikelerden uzak durmamızı sağlamak için de kötü hissettiren kimyasallardan yararlandığını artık öğrendik. Bu yazıda beynimizin bizi ödüllendirmek ve iyi hissettirmek için yararlandığı dört özel beyin kimyasalından biri olan oksitosinden ve salgılanmasına katkı sağlamak için neler yapabileceğimizden bahsedeceğiz.
Oksitosin sosyal ilişkiler inşa eder!
Birine güvendiğimizde ya da birinin bize güvendiğini hissettiğimizde oksitosin salgılarız. Oksitosin dokunma, el ele tutuşma, güven hissi, desteklenme hissi ve daha pek çok şey ile tetiklenir. Gardımızı indirmenin ya da güvendiklerimizin yanında olmanın verdiği keyif duygusu olarak da tarif edilebilir. Aşkla çok ilgili bir hormon olduğu için bağ hormonu ya da aşk hormonu olarak da anılır.
Aynı zamanda sosyal iş birliği yapmak tehlikede olma hissini oksitosin sayesinde emniyette olma hissine çevirir. Bu yüzden ailemizle, dostlarımızla, iş arkadaşlarımızla ya da komşularımızla ilişki içindeyizdir ve onlardan gördüğümüz desteğin hayatta kalmamıza faydası olduğunu hissederiz.
Destek kaybetmek ya da görmemek oksitosin düşüşüne neden olsa da ihtiyaçlarımızı gidermek adına sosyal destek isteğimizi dengelememiz gerekir. Bu sayede güven hissinin rahatlığı yerine hayatta kalmak için kendi becerilerimizin farkına varmayı öğrenebiliriz.
Oksitosini tetiklemek için yapabileceklerimiz:
Hayvanlar, topluluklar birebir insan ilişkisine kıyasla daha az karmaşıklıkla sosyal güvenin yarattığı iyi hissi tetikler. Bu sebeple evcil bir hayvan edinerek ya da bir topluluğa üye olarak oksitosini tetikleyebilirsin.
Güven problemi yaşıyorsan güveni küçük hareketlerle sağlayabileceğini bilmek iyi gelebilir. Güvenmekte zorlandığın bir kişi veya ortam ile ilgili güven duymadan önce kendini rahat hissetmeni sağlayacak adımlar atabilirsin. Bu adımları atarken de güvenilirliği kontrol edebilirsin. Bu güvendiğin alanda kalmak yerine kontrollü riskler alarak yeni olasılıklar deneyimlemeni sağlar.
Geçen haftaki yazıda da bahsetmiş olduğum gibi beynimizin asıl amacı hayatta kalmamızı sağlamaktır. Beynimiz bu amaç doğrultusunda hayatımızın devamlılığını sağlayan adımlarımızın tekrar edilmesi adına iyi hisle bizi ödüllendirirken diğer yandan hayatımızı tehlikeye atan durumların bir daha yaşanmaması için bizi kötü hisle uyarır. Bu yazıda beynimizin bizi ödüllendirmek için yararlandığı dört özel beyin kimyasalından biri olan endorfinden ve salgılanmasına katkı sağlamak için neler yapabileceğimizden bahsedeceğiz.
Endorfin vücudun doğal morfinidir!
Endorfin fiziksel bir acımız olsa bile hayatta kalmamıza yardımcı olmak adına kısa bir süre acıyı hissetmememizi sağlar. Ancak endorfin salgılanması uzun sürmez çünkü acıyı fark etmemek iyi hissettirse de acıdan kurtulmak adına harekete geçmek için o acıyı hissetmemiz gerekir. Acı bedenimizin bizi uyarma yöntemlerinden biridir ve yaşamsal seçimlerimizi doğru yapabilmemiz için gereklidir. Endorfin fiziksel acıyla tetiklenir. Ancak fiziksel acının dışında da bağımlılık haline getirmeden yararlanabileceğimiz endorfin salgılanmasına katkı sağlayacak ve günlük hayatlarımızı biraz daha keyifli hale getirecek seçenekler bulunmaktadır.
Endorfini tetiklemek için yapabileceklerimiz:
Atılan büyük bir kahkaha iç organlarını harekete geçirir ve bu sayede endorfini tetikler. Gün içerisinde seni güldüren şeyleri bulup onlara zaman ayırarak endorfin salgılanmasına katkı sağlayabilirsin.
Ağlama isteğini bastırmak vücutta gerilim yaratır. Kendimizi bu durumda serbest bırakmak ise rahatlamayı beraberinde getirir. Bu her ağlama hissi için değil; vücudunu gerdiğin, ağlamayı zorla bastırmaya çalıştığın anlar için geçerlidir.
Rutininde egzersiz yapmak yoksa egzersize başlaman endorfini tetiklemene yardım edecektir. Günlük hayatında egzersiz yapıyorsan rutinini çeşitlendirmek böylece sürekli vücudunun aynı noktalarını çalıştırmak yerine yeni noktaları yeni egzersizlerle çalıştırmak endorfin salgılamak için iyi bir seçenektir.
Gerindiğinde endorfin tetiklenir. Acı çekmeyeceğin düzeyde orta derecede gerinmeler ile kasılmış bölgeleri hareketlendirip endorfin salgılanmasına yardımcı olabilirsin.
Beynimiz hayatta kalmaya odaklıdır. En özet haliyle beynimiz hayatımızın devamlılığını sağlayacak bir fırsat yarattığımızda ya da yakaladığımızda bunun tekrarlanmasını sağlamamız adına iyi hisle bizi ödüllendirirken diğer yandan hayatımızı tehlikeye atacak bir durum ile karşılaştığımızda ya da oluşturduğumuzda bunun bir daha yaşanmaması için bizi kötü hisle uyarır.
Beynimiz bizi ödüllendirmek için her biri farklı bir iyi hissi tetikleyen dopamin, endorfin, oksitosin, serotonin olmak üzere dört özel beyin kimyasalından yararlanır. Bu yazıda ilk olarak dopaminden ve salgılanmasına katkı sağlamak için neler yapabileceğimizden bahsedeceğiz.
Dopamin, ihtiyacımızı karşılayacak bir hedef gördüğünde ona ulaşmamız için gereken enerjiyi ortaya çıkarır!
Her mutluluk hissi yaratan hormon farklı bir yaşamsal davranışı teşvik eder. Dopamin ihtiyacımızı karşılayacak ödüller çok çaba gerektirse de onları aramaya ve bulmaya teşvik eder. Ödül somut, soyut, duygusal ya da istemediğimiz bir durumun sona erişi şeklinde veya farklı şekillerde olabilir. Ödüle yani ihtiyacımızı elde etmeye giden yolda atılan adımlar dopamin salgılatır. Ödülü elde ettiğimizde dopaminle dolarız. Bu çok iyi hissettirir sonra dopamin düşmeye başlar ve biz de bu hissi yeniden yaşamak için başka yollar ararız. Dopamin ancak yeni ödüllerle, ihtiyaçlarımızı karşılamanın yeni bir yolunu bulduğumuzda tekrar tetiklenir.
Dopamini tetiklemek için edinilebilecek yeni alışkanlıklar
Büyük başarıları beklemek yerine o başarılara giden yolda attığın her adımı kutlamak dopamini tetikler. Bu yüzden attığın adımları küçümsemek yerine önemini fark edip, takdir et.
Hedeflerinle ilgili gün içinde kısa süreli ya da küçük bile olsa somut bir adım atmak, eyleme geçmek iyi hissettirir.
İşleri küçük parçalara bölmek işi gözünde yapılması daha mümkün hale getirir. Ayrıca tamamladığın her parça devam etme arzunu da tetikleyecektir.
“Kendin ol!” İlk duyduğumda son derece anlamsız gelmişti bu söylem çünkü bana göre ben zaten kendimdim, kendi düşündüğüm şekilde hareket ediyor ve yaşıyordum. Ancak öğrendikçe gördüm ki “kendin ol” derken “kim olduğunuzu düşündüğünüz kişiyi” kastetmiyorlardı. Doğduğumuz anda sahip olduğumuz, eşi benzeri olmayan gerçeğimizden bahsediyor, daha önce kimsenin söylememiş olduğu, hiç keşfetmediğim bir “ben”i anlatıyorlardı.
Kendin olabilmeye giden yol kendini tanımaktan geçiyor.
Doğduğumuz anda tam, mükemmel ve eşsiz bir dizayna sahip olarak dünyaya gelmiş olmamıza rağmen bu bilgiye sahip olmadığımız için hayatımız boyunca kendimizi başkaları ile kıyaslayarak daha mutlu, daha iyi, daha güzel, daha başarılı olmak adına özümüzü, gerçeğimizi, bir yandan sahip olursak mutlu olacağımıza inandığımız etiketler ekleyerek diğer yandan sahip olduğumuz için utandığımız özelliklerimizi gizleyerek yeniden şekillendirdik. Bu sayede bize hayatta istediğimiz her şeyi getireceğini sandığımız kişiliklerimizi yarattık ve kendimizin bu yarattığımız kişiler olduğuna inandık.
Yarattığımız kişilikleri genel kurallar, hedefler, beklentiler, görüşler çerçevesinde oluşturduğumuz için birbirimize benzedik, tek tipleştik. Farklılaşmak isteyenler bile kendi içlerinde birbirlerine benzediler. Bir benzerimizin daha olmadığı bu dünyada düşüncelerimizle, yargılarımızla, yorumlarımızla farklılıklarımızı kusur; başkası için doğru olanı kendi doğrumuz zannettik. Sevilmek için, onaylanmak için, bir yere ait olabilmek için diğerlerinin bizden isteklerine, beklentilerine uyumlanmamız gerek sandık. Sonunda çoğumuz hüsran, acı, hayal kırıklığı, öfke yaşadık.
Düşüncelerinden oluşturduğun sınırların ötesinde, kurban hikayelerinin bittiği noktada özündeki senle, “kendinle” tanışmaya hazır mısın?
Umarım kendin olmaya hazırsındır çünkü hayat bizi tam da buna itiyor. Geçen sene boyunca hatta daha doğrusu yaşamımız boyunca hayat her yaşadığımız zorlukta bizi kendimize yönlendiriyor. Yaşananlar bize karşı değil, bizim için gerçekleşiyor. Her zaman söylediğim gibi bu hayatı yaşamanın daha kolay bir yolu bulunuyor ve bu yol “kendin olmaktan” dolayısı ile kendini, gerçeğini tanımaktan geçiyor. Bu beraberinde isteklerimizi elde etmeyi, tatmini, başarıyı, huzuru ve sürprizleri getiriyor.
Dizaynını yaşama rehberi olarak insanın gerçeği ile hatta çevresindeki kişilerin gerçekleri ile de tanışmasının hayat üzerindeki dönüştürücü ve iyileştirici etkisini pek çok kez deneyimlemiş ve gözlemlemiş biri olarak öneririm ki üzerinizdeki yüklerinizi, sahte kimliklerinizi oluşturan düşüncelerinizi fark etmenizi, kendinizi keşfetmenizi sağlayacak çalışmalara katılın, destek alın ya da sizin için doğru olduğunu hissettiğiniz yolu izleyin yeter ki yolun sonunda kendinizle tanışın.
Hepimiz birbirimiz ve kendimiz hakkında türlü beklentiye sahibiz. Bir yandan kendi beklentilerimizin karşılanamayacağı korkusunu yaşarken diğer yandan başkalarınınkini karşılayamayacağımıza dair endişeler taşıyoruz. Bu korkuları ve endişeleri yaşamamak için elimizden geldiğince çabalıyor yine de yaptıklarımızın, bize yapılanların yeterli gelmediğini düşünüyor mutsuz oluyor, mutsuz ediyoruz.
Beklentilerin karşılanması pahasına gerçeğinizden vazgeçmeyin, başkasından da bunu istemeyin.
İlişkilerde mutlu olmayı istiyorsak karşımızdakileri düşüncelerimizde olması gerektiğine inandığımız kişiliklere uydurmaya çalışmayı bırakmamız gerekiyor. Aynı kural kendimizle olan ilişkimiz için de geçerliliğini koruyor. Biz kendimizi de çevremizdekileri de düşüncelerimize paralel olarak istediğimiz şekle gelene kadar yönlendirmeye, değiştirmeye çalışıyoruz ya da kendimizce bir kategoriye dahil edip buna uymadıklarını gördüğümüzde hayal kırıklığı yaşıyoruz. Kimse birbirini olduğu gibi, farklılıkları ile kabul etmiyor tabi bu en başta kendimizi olduğumuz gibi kabul edemiyor oluşumuzdan kaynaklanıyor.
Hepimiz özümüzde tam, benzersiz ve mükemmeliz. Ancak içine doğduğumuz dünyada bize sevilmek için, onaylanmak için, kabul edilmek için belli beklentilere uymamız gerektiği öğretiliyor. Ebeveynlerimizin, öğretmenlerimizin, sevgililerimizin, arkadaşlarımızın beklentilerine uyumlanmak için günden güne özümüzden uzaklaşıyor, özümüzde bir problem olduğuna inanmaya başlıyoruz. Olmaya çalıştığımız kişi bize hüsran, hayal kırıklığı, öfke, acı getiriyor çünkü başkalarının bizden beklentilerine uyumlanmaktan gerçekten ne istediğimizi, kim olduğumuzu, hayattan aldığımız keyfi ıskalar hale geliyor; beklentilerin yarattığı baskının altında ezilmeye başlıyoruz. Oldurma, düzeltme, beklentilerimizi karşılayacak kişiyi yaratma çabamız da karşımızdakileri ve bizi yoruyor.
Kafamızda yarattığımız bir illüzyonun peşinden gidiyor önümüzdeki gerçeklikte karşılığını bulamadığımız da hüsrana uğruyoruz. Görmek istediğimiz gibi algıladığımız kişinin özünün, bizim sandığımızdan farklı olabileceğini kabul etmemiz gerekiyor. Hem kendimiz hem de çevremizdekileri geliştirmeye, daha iyi anlaşabilmek adına ortak yol bulmaya çalışmamızda bir sakınca olmamakla beraber eğer kendinizin veya bir başka kişinin temel özelliklerini sürekli değiştirmeye çalışıyorsanız bilin ki bu durum sadece küskünlük, gerginlik ve mutsuz ilişkiler yaratıyor. Sağlıklı ilişkiler kurmak için ise en başta kendimize sonra da birbirimize “kendimiz olma” alanını ve özgürlüğünü tanıyabilmemiz gerekiyor.
Öz sevgi diğer adıyla kendini sevme konusuna kimilerimiz çok yabancı, kimilerimiz yeni tanışıyor. Ne çok üzerine düşündüğümüz bir konu ne de çocukluğumuzda bize öğretilmiş bir kavram. Biz bunun yerine ne yaparsak bizi severler ve bize sevgisini göstermek için kim ne yapmalı, nasıl değişmeli bunu düşünüyor, bunu biliyoruz. Özetle öğrendiğimize göre bizim sevilmemiz için çeşitli şartları karşılamamız, bir şeyler yapmamız ve karşılığında diğerlerinin de bize sevgiyi, bizim sevilmek istediğimiz şekilde, sunması gerekiyor.
Bu bilginin ışığında yıllarca başka gözlerden bakarak kendimize, genelgeçer doğrularla, başkalarının sözleriyle, kıstaslarıyla, yargılarıyla şekillendiriyoruz kendimizi sevilmek için. Tüm çabalarımız sonunda istediğimiz gibi sevgi göremediysek hem kendimizi hem başkalarını sevmekte problem yaşamaya başlıyoruz.
İlişkilerde hem kendimizi hem karşımızdakileri değiştirmeye çalışıyor; şartların izin verdiği ölçüde, ilişkilerin süresi boyunca, kısıtlı ve birilerine bağlı bir sevgi yaşıyoruz. Kendini sevmeyi bilmeyeni sevmek de bir o kadar sancılı oluyor çünkü kişi kendinde olmayan, kendini layık bulmadığı sevgiyi gördüğünde de tanıyamıyor, yadırgıyor. İşte bu yüzden insanın önce kendini sevmeyi öğrenmesi gerekiyor.
Peki tam olarak nedir kendini sevmek?
Kendini sevmek, kendini diğerleri ile kıyaslayıp iyi hissetmek, sadece kafandaki kriterleri tamamladığın zamanlarda kendinden memnun olmak değildir. Kendini sevmek tüm farklılıklarınla, olduğun halinle kendini kabul etmekle başlayan bir süreçtir.
Bu kendimizi geliştirmeyelim demek değildir ancak süreçte kendimize şefkat göstermek, anlayışla yaklaşmak; başkalarıyla kıyaslamayı, uyguladığımız sözlü-duygusal şiddeti, bilerek ya da bilmeyerek kendimize zarar vermeyi bırakmak demektir. Kendini sevmek, sevmek ve sevilmek için sen olmanın yeterli olduğunu, değerli olduğunu bilmek ve kendine sahip çıkmak, başkalarından beklediğin türde bir sevgiyi önce kendine gösterebilmektir.
Kendini sevdiğin zaman sevmek korkutmuyor. Kişiye, koşullara bağlı olmuyor sevgi. Kim giderse, ne yaşanırsa, sen sevgide kalıyorsun ya da sevgi seninle kalıyor. Kendini sevdiğin zaman sevgiyi tanıyor oluyorsun, sevgi alman da vermen de yayman da kolaylaşıyor. Ve sevgi sonsuz, sınırsız, koşulsuz bir hal alıyor.
Unutma sen sana emanetsin. Bir ömür boyu, her saniye yanında olacak olan tek kişisin. Başkasını kontrol edemezsin, değiştiremezsin ama ne şans ki kendi kendine olan tüm tavırlarını, kendinle nasıl bir hayat süreceğini sen seçebilir, kendini sevmeye ilk sen başlayabilir bunun nasıl yapılacağını başkalarına da gösterebilir, koşulsuz sevgiyi yaşayıp, yaşatabilirsin.
İsteklerimizi elde etmek, hayallerimizi gerçekleştirmek için gerçekten artık çok geç olduğuna o kadar inanırız, o kadar eminizdir ki denemeyi bile düşünmeyiz. Oysa zaman, limitler, kurallar, genellemeler aslında sandığımızdan çok daha göreceli kavramlar. Bu kavramlar ancak onlara inandığımız ölçüde gerçek. Demek istediğim eğer geç olduğuna inanıyorsak o zaman geç, olmadığına inanıyorsak o zaman geç değildir. İmkansız olduğuna inanıyorsak imkansız olur, inanmıyorsak bir imkanı mutlaka bulunur.
1954 yılında Roger Bannister dört dakikada bir buçuk kilometrelik mesafeyi koşana kadar insanlar bunun olanaksız olduğunu düşünüyor hatta bazı bilim insanları bunun neden mümkün olmadığına dair açıklamalar yapıyorlarmış. Ancak tek kişinin bunun aksini gerçekleştirmesi diğer herkesin bunun olabileceğini düşünmesini sağlamış ve ertesi yıl üç yüz kişi aynı başarıyı yakalamış. Bunun gibi pek çok örnek bulunmaktadır. Roger Bannister tüm aksini düşünenlere rağmen gerçekleştireceğine inanmış ve gerçekleştirmiştir. Bir kere gerçekleşmesi diğer kişilerin gözünde de bunu mümkün kılmıştır. Her şey düşüncededir ve düşünce çok kuvvetlidir.
Hiçbir şey için geç değil!
Benden geçti artık ya da çok geç diye düşünmek kendini gerçekleştirecek bir kehanettir çünkü böyle düşündükçe onu gerçekleştirmek için bir şey yapmayacağımız kesindir. Bunun yerine içinde kalan deneyimlemek istediğin her ne varsa bak ve onları hayata geçirmenin yollarını araştır. İmkansız diyerek değil bunu nasıl gerçekleştirebilirim diyerek yap araştırmanı. Hatta geç dediğin yaşlarda hayallerini gerçekleştirmiş kişileri araştırıp ilham veren hikayelerini oku. Göreceksin dışarısı bir sürü umut verici örnek ile dolu ve hepsinin ortak noktası isteklerini gerçekleştirmenin mümkün olduğuna inanmış olmaları.
Evet belki umduğun yaşta, hayal ettiğin şartlarda başlayamadın ve deneyimleyemedin bazı şeyleri ama hala başlama, hala deneme şansın var. Hayallerini, isteklerini hiç yaşamamayı, ucundan bile olsa tadına bakmamayı mı yoksa onlara hayata geçmeleri için bir şans tanıyıp bu deneyimin tadını çıkarmayı mı tercih edersin? Seçim senin! Hayat senin! Unutma ki hiçbir şey için “artık çok geç” değil.
Eğer ile başlayan bu şablona uygun cümlelerinizi bulun, yazın bir kenara.
Sonra olduğunuz yerde saymanıza neden olmaktan başka hiçbir işe yaramadıklarını fark edin.
Eğer ile başlayan bu cümleler geçmişe ait olasılıklardan yalnızca biridir ve sadece bir varsayım içerir. Şartlar gerçekten varsaydığımız gibi olsaydı bile sonucun öngördüğümüz gibi olacağının hiçbir kesinliği yoktur. Buna rağmen kesin olduğunu düşünüp, şu an içinde bulunduğumuz istenmeyen durumun sorumlularını göstermek, bu durumda olmaktan başka bir çaremiz olmadığını kanıtlamak için bu cümlelerimizi severek kullanırız.
Oysa başkalarını suçlamak, günah keçisi belirlemek, haklılığımızı kanıtlamak kısa vadede bizi rahatlatır ancak uzun vadede mutluluğumuz ve isteklerimizi gerçekleştirebilmemiz için hiçbir çözüm yolu sunmaz. Çözümün geçmişte yapılmış ve değiştirilemeyecek bir hikayeye bağlanması hem sizi çözümün olmadığına inandırır hem de siz bu hikayeyi bırakmadıkça sizi de geçmişe hapseder. Bu da enerjinizi, değiştirmek için hiçbir etkinizin olmadığı bir noktaya harcayıp boşa kullanmanıza neden olur.
Etkinizin olduğu tek bir an var, o da şu an!
Geçmişe dair bu varsayımları düşünmek;
İyi, mutlu, güçlü hissettiriyor mu?
Çözüm yolu bulmanıza yardımcı oluyor mu?