Paylaş
(Bu Bir Futbol Yazısı Değildir)
Mesut Yılmaz'ın uçağının motorunun teklediği sıralarda, Van-Antalya maçı başlamamıştı. Konuşacağı kürsünün dibinde ‘‘camkırığı tesirli ses bombası’’ vardı.
Geç fark etti durumu... Antalyaspor'un teknik direktörü linç ediliyordu o sırada... Vali yardımcısı, misafir takımın soyunma odasında, penaltının avuta (out'a) atılmasını istiyordu. Yılmaz ağır düşünüp gecikmeli mesaj verme alışkanlığını sürdürdü.
‘‘Olur böyle şeyler! Abartmayın!’’
* * *
Maça gidip tuttuğu takımı alkışlamak, kupa verirken ‘‘Maksat dostluk ve spordur!’’ demek, ‘‘spordan anlamak’’ değildir. Maça 75'inci dakikada gelip 97'nci dakikada gitmek, gecikmeli olarak ‘‘Olur böyle vak'alar, kaleci yakalar!’’ demek, futbol topunu ‘‘Diyarbakır karpuzu’’ sanmaktır.
‘‘Futbol’’ bambaşka bir şeydir.
* * *
Sermayenin tekelleşmesi, temelden değiştirdi sporu...
Eskiden bizzat ve şahsen yapılırdı spor... Soylular, zenginler yapardı.
Tekelci sermaye zamanında seyredilir oldu. ‘‘Seyirci’’ kavramı doğdu.
Sermaye tekelci örgütlenince, arkasından ekonomik buhran yılları gelince, ücretler düşmüş, işsizlik artmıştı. İşsizlik, düşük ücret, 8 saatlik işgünü, grev gibi sınıfsal işlere işçiler kafayı takmasın diye, her fabrikada, her madende, patron teşvikiyle, futbol takımları kuruldu. Fabrikalar arası rekabeti körüklemek için ligler örgütlendi. Maden ocaklarında, fabrika bacalarının gölgesinde gelişti takım sporları...
* * *
İngiltere'ye bakın... Hiçbir kulüp sınıfını inkâr etmiyor. Liverpool liman, Blackpool, Derby County ve Nottingham Forrest kömür, Manchester United dokuma, Arsenal silah fabrikası işçilerinin takımları...
Francesco Franco sonrası İspanya'ya bakın... Sürgünden dönen İKP Genel Sekreteri Santiago Carillo'ya ilk ne yapacağı sorulduğunda, şu cevabı vermişti: ‘‘Maça gideceğim... Faşizmin en karanlık günlerinde Madrid işçisinin sembolü olan, kraliyetçi Real Madrid'e karşı direniş bayrağımızı taşıyan, tek umudumuz olan Atletico Madrid'i çok özledim...’’
Futbol takımları ‘‘sembol’’dür.
Sıradan, güçsüz insanların tek barınağı, tek sığınağıdır.
* * *
‘‘Futbol, hoşgörü ve demokrasinin beşiği’’ sayılan İngiltere'de, yirminci yüzyılın ilk çeyreğine kadar, en uyduruk-sıradan maçlardan sonra bile, taşkın kalabalıklar sokaklara dökülür, karakolları, mahkeme binalarını basar, zengin evlerini kundaklar, dükkânları talan ederlerdi.
Bir kere, tribünlere doluşan fakir ve işsiz insanların ‘‘maç seyretmek’’ gibi niyetleri yoktu. Bütün maksatları boşalmak, kin kusmak, kırıp dökmek, yani ‘‘bağcı dövmekti.’’
İkinci sebep, futbolun kendi mantığıydı.
Futbol maçı, kalelerini korumaya aldıktan sonra, çarpışmak için mevzilenen iki düşman ordunun muharebeye tutuşmasının benzetimidir. Futbol sahası, muharebe meydanının maketidir. Kale direklerinden oluşan dikdörtgene, can-kan pahasına savunulması gereken bir mevzi gözüyle bakılır. Antrenör komutan, oyuncular asker, seyircilerse gerektiğinde seferber olacak sivil savunma mangalarıdır, milislerdir. Bu oyun planıyla örgütlenen bir spor dalında, oyuncunun oyuncuyu, seyircinin seyirciyi düşman olarak görmesi kadar doğal bir şey olamaz. Aralarında sürtüşme, en küçük bir kıvılcımla, kanlı kavgaya dönüşebilir.
* * *
Futbolları ‘‘mahalli şovenizm’’ aşamasında kalmış ülkelerde, her futbol maçı, ‘‘patlamaya hazır bir barut fıçısı’’dır.
Patlamanın nasıl önleneceğini bana sormayın... İzinli-izinsiz toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin (istendiği takdirde) nasıl kolay ‘‘enterne’’ edildiğini az görmedik.
Paylaş