‘Uzak Adalar’, çağdaş tiyatro yazınında saygın bir yeri olan, dünya çapında nam ve ödüller sahibi bir oyun. David Greig güçlü bir yazar. 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde İskoçya’nın en uzak adasına keşif gezisine çıkan iki genç doğa bilimcinin hikâyesini izliyoruz. Adanın kuşlarını araştıracaklar. Adada yaşlı bir adam var. Adanın sahibi. Bir de genç kız. Adamın yeğeni. Garip tipler. Başka da kimse yok. 20. yüzyılın başında evrim kuramı ve felsefesi kitleleri heyecanlandırıyordu. Savaş, bir açıdan, evrimsel bir laboratuvar olmuştur. Türlerin hayatta kalma mücadelesi ve insanın yok etme güdüsü muhteşem bir tezatlık oluşturur. Yazar, böyle bir arkaplan kurmuş. Doğaya hükmetmeye heves duyan Batı aklıyla, tabiatın kanunları arasında kalakalmış insanları resmetmiş. Benim de çok sevdiğim bir oyundur. Bu prodüksiyon çok başarılı olmamış. ‘Ölü Aktörler’ adlı grup sahneliyor.
Tamer Can Erkan rejiyi yapmış. Oyun iki perdedir. Tek perdeye indirmişler, 30 dakika kısaltmışlar. Kuş gözlemcilerini konu eden oyun, kuşa dönmüş. İyi olmamış. Ada atmosferini kurmak, seyirciye yaşatmak kolay iş değil. Pek başarılı olamamışlar maalesef. Ama yerden yere vurulacak bir şey de değil. Çok iyi oynanan bölümleri de vardı. Daha iyisini yapabilecek bir ekip. Önemli bir metin. İzlenebilir.
21 ve 27 Ekim tarihlerinde saat 20.30’da Tiyatro(Hâl)’de.
‘MÜSTEHAK’IMIZI ALDIK
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun oyunlarını bekleyip duruyoruz aylardır. Sezon açıldı. ‘Geçtim Ama Tiyatrodan’ çok ilginç bir oyuna benziyordu. Beyoğlu’nda, Sadri Alışık Tiyatrosu olarak da bilinen Küçük Sahne’de izledim. Beğenenler olmuştur mutlaka. Benim için hayal kırıklığıydı. Zevk meselesi…
Oyunun konusu son derece merak uyandırıcı. Kosova’dayız. Ülkenin bağımsızlığını ilan etmesine ramak kalmış. Ulusal Tiyatro’nun oyuncuları ‘Godot’yu Beklerken’in provasındalar. Kurumun işleyişi pek aksak. Maaşlar ödenmiyor, organizasyon felaket. Oyunun yazarı Yeton Neziray, bu tiyatro özelinde, memleket gidişatının topal taraflarını gösteriyor. Eleştirel oyun yazarlığı ve hiciv açısından iyi bir laboratuvar. Neziray, bu temaları başarıyla aktaran bir yazar olarak tanınan bir isim. Tiyatroda provalar sürerken Spor Bakanlığı’ndan yüksek derecede bir bürokrat gelir. Kosova’nın bağımsızlığının açıklanmasına çok az bir süre kaldığını ve bu tarihsel olayın bir tiyatro oyunuyla taçlandırılmasını istediğini söyler. Oyunun en can alıcı noktasında da Devlet Başkanı’nın konuşması seyircilere, yabancı konuklara filan sunulacaktır. Yönetmen önce mırın kırın eder, sonra şevkle işe koyulur. Devletin maaşlı memuru olan sanatçılar ve hamhalat bürokrat arasında çeşitli sürtüşmeler yaşanacak, devlet devletliğini gösterip işi çeşitli biçimlerde sansürleme hevesini durduramayacaktır. İşler karıştıkça karışır. Gerçek hayat, absürd bir komediye dönüşür…
En azından oyunun ilk perdesi böyledir. İkinci perdeyi bilmiyorum. İzleyemedim. Rahatsız oldum. Zira, hayatımda bu kadar yüksek sesle konuşan oyuncular görmedim. Oyunun her saniyesi 1990’lardan kalma Japon çizgi filmleri kadar abartılıydı. Bu, grotesk bir estetik filan da değildi. Oyun metni zaten bir başyapıt sayılmaz. Ama sevimli. Bizim de devlet/sanatçı ilişkilerimizde birçok pürüz var. Yani konu da güncel. Çok iyi bir orkestra var sahnede. Müzikler de gayet iyi. Normal koşullarda tatlı bir seyirlik olabilecek bu oyun kötü bir reji ve çağımız tiyatro anlayışında hiçbir karşılığı bulunmayan abartılı oyunculuk anlayışlarıyla hayal kırıklığına dönüşmüş. Tabii ki değersiz, deneyimsiz insanlar değiller. Olmamış. DT sezonuna kötü bir başlangıç yapmış oldum. Ama çok güzel oyunları var, biliyorum. Takip edelim.
Oyun muhafazakar bir çevrede geçiyor. Yakın zamanda eşini kaybeden Betül, namazında niyazında, genç bir hanımdır. Bir akşam üstü merhumun bir arkadaşı kapıyı çalar. Ölen adam bir emanet bırakmış; onu getirmiş. Betül’le Kaya ayak üstü bir muhabbete başlarlar. Oyun iki kişilik. Tahmin edebileceğiniz gibi, konuşma son derece ilginç yerlere gidiyor. Vefat eden kocanın geçmişinde biraz meçhul taraflar var. Hem oralara bakıyoruz, hem bu iki karakterin bazı sırlarını öğreniyoruz. Meraklı ve dinamik bir kurgu var. Ferzan Özpetek filmi gibi. Resmedilen dünya, dini referansların çokça olduğu bir dünya. Tesettürlü bir kadın, takva sahibi bir adam. Bahsi geçen konular, çoğunlukla aşk, arzular ve bunların etrafındaki hayal kırıklıkları. Günümüz tiyatrosu pek bakamıyor dindarların dünyasına. Bu yüzden oyunun atmosferi çoğu kişiye ilginç geliyor. Oyun ilginç ama atmosferi yüzünden değil.
Özen Yula, gerçek bir oyun yazarının yapması gereken şeyi yapıyor ve bireyi inceliyor. Özen’in oyunlarında sıklıkla görüyoruz bunu; sıra dışı, bazen toplum dışı bireyleri konu ediniyor. Bireyi alışılmadık atmosferlerde irdeliyor. Bu oyunda temel insani güdüleri ve zayıflıkları da göstermiş. Görmeye hazırlıklı olmadığımız bir yerde yapmış bunu. Filmlerde, dizilerde sıkça görmediğimiz bir hayat kesitinin içine yerleştirmiş. Karakterlerimiz moderndir ve muhafazakardır. Buna batılı olmayan bir modernite demek lazım. Bu türden bir sosyo-dramaturjinin izlerini örneğin Nuri Bilge Ceylan’da da görürüz. Tabii, Özen’in üslubu benzersiz. Çağımızın en iyi oyun yazarlarındandır. Taklit edilmesi mümkün değildir. Sadece diliyle değil, tiyatro ideolojisiyle de özgündür. Onun diline aşina olmayanlar bu oyunda az biraz yabancılık çekebilir ama üç beş dakikada alışırlar. Ben çok zevk aldım. Oyun derin ve meraklı. İncelikleri hakkında saatlerce konuştuk arkadaşlarla. Kenan Ece ve Selen Öztürk pek güzel oynuyor. Bahar Uyandıran’ın tasarımı pek başarılı. Özen’in ve sezonun en iyi oyunlarından.
Craft Tiyatro’nun iddaalı oyunu ‘Kalp Düğümü’ geçen sezonun sonunda başladı. Gayet kaliteli, özenli bir iş. Tanıtımlarıyla ciddi bir merak oluşturdu, kapalı gişe oynadılar. Yılın önemli oyunlarından biri olmaya aday.
Çağdaş İngiliz yazar David Eldridge bu oyunda küçücük bir aileye odaklanmış. Barbara, hayat mücadelesinden yaralı bereli çıkmış, mutsuz ve alkolik bir anne. Bir kızı avukat olmuş. Sert, duygusuz biri. Öbür kızı Lucy, hikâyenin merkezinde. Lucy, bir süre televizyon spikerliği filan yapmış, tutunamamış. Uyuşturucu bağımlısı çünkü. Tanınan, itibar gören biri olabilse bu batağa düşer miydi bilinmez. Çok katmanlı bir oyun. Melisa Sözen, iyi bir Lucy portresi çizmiş. Kızın kişiliğini belirleyen tek şey uyuşturucu epizodları veya rehabilitasyon çabaları değil tabii ki. Dört başı mağmur bir karakteri Yeşilçam usulü bir müptelaya dönüştürmek de vardı. Karikatür olurdu.
Melisa zoru başarmış. David Eldridge meşhur bir yazar. İngiliz Ulusal Tiyatrosu’nda oyunları sergilenen, ‘Festen’ gibi önemli bir filmin sahne adaptasyonunu yapmış, Ibsen uyarlamalarıyla övgüler almış, sağlam bir dramatist. Bu oyunda madde bağımlılığıyla sarsılan bu aksak aileyi incelerken, aile kurumunun eğri büğrü taraflarını cesaretle gösteriyor. Aile denen şeyin de bir bağımlılık haline gelebildiğini, mutsuzluğun tahta bir bavul gibi kuşaktan kuşağa taşınabildiğini anlatıyor. Kalp Düğümü, güzel bir oyun. Oyuncular defalarca kendini kanıtlamış insanlar. İpek (Bilgin) milimetrik bir anne portresi çizmiş. Ustadır zaten. Lucy’nin hayatına giren erkeklerin hepsini (hasta bakıcı, eski erkek arkadaş vs.) Erkan Köstendil oynuyor. Gayet başarılı. Dekorlar ilginç ve işlevsel. Seyirciler beğendi. Benimkisi biraz mesleki deformasyon, farkındayım. Britanya’nın psişik aile labirentlerinde dolaşan bin tane oyun izlemiş biri olarak sıkıldım. 135 dakika. Küçücük salon. Bana iyi gelmedi. Oyun derinleştikçe derinleşiyor ve bir aile dramıyla yüzleşerek bitiyor. Adam güzel oyun yazmış ama bir başyapıt değil.
2012’de kurulan Craft, İstanbul’un en önemli kumpanyalarından biri oldu olacak, bu belli. Oyunculuk kursları da çok ilgi görüyor. Bu soluğa ihtiyacımız vardı. Kalp Düğümü’nü izleyin. Craft’ın diğer oyunlarını da takip etmek lazım. www.crafttiyatro.com
Tiyatronun kökenleri sihirbazlıkla başlar. Modern sihirbazlık, 19. yüzyıl itibarıyla bağımsız ve tiyatral bir form olarak kendini yeniden tanımlamıştır. Ülkemizde Zati Sungur’la başlayan modern sihirbazlık geleneğinin öncü figürlerindendi, Mandrake. İllüzyon sanatına çok önemli katkılarda bulunmuş bir ustaydı. Çok da severdik. Çocukluğundan beri hiç sönmemiş bir sanat ihtirası vardı. Sayısız öğrenci yetiştirdi. Kitaplar yazdı. Gazinoların en fiyakalı dönemlerinde oldukça meşhur oldu. Cumhuriyet tarihinin önemli bir kültür ikonuydu. Kime sorsanız Mandrake’yi tanır, en azından adını duymuştur. Çok da iyi sihirbazdı. Her ölüm gibi zamansız oldu bu kayıp. Yokmuş gibi yapmaya, önemsememeye, değerini küçümsemeye son derece yatkın olduğumuz varyete sanatları tarihimiz heyecan verici bir tarihtir. Mandrake, bu tarihin en ışıltılı isimlerindendi. Kültür tarihçilerimiz mutlaka hayatını yazmalıdır. Dinçliğini, zekasını, becerisini ve karizmasını özleyeceğiz.
ALTERNATİF TİYATROYA TAŞ ATMA MODASI
Bunlar “bir delik bulup oynayan” insanlarmış. “İkinci lig”miş. Zaten “alternatif tiyatro” diye bir şey yokmuş. Bu lafları duyunca insan ister istemez üzülüyor. Alternatif tiyatrolar Türkiye’nin yüz akı çünkü. Bağımsız, özgür ve yaratıcı oluşumlar. Yüzlerce oyun üreten muazzam dinamik bir olgu. Bir defa, olan şeye “yok” demek için kör veya cahil olmak lazım. Sonra, bu yukarıdanlık hiç hoş bir şey değil. Ayıp. Sanatçının sahnesine “delik” denir mi! Ağır cevaplar vermiyorlarsa terbiyelerindendir. Kötülenmeyi değil övülmeyi hak eden bu genç insanlardan rahatsız olmasınlar. Öfke ve doyurulamamış hırs kötü şey. Hem komik duruma düşürür hem belli bir yaştan sonra tıbben de tehlikelidir.
Tabii, ulusça çok büyük bir trajedi yaşadık geçen hafta. Festival filan düşünecek halimiz kalmadı. Acılar unutulmaz. Kalbimiz Soma’da. Tiyatro bir nebze teselli eder. Tiyatro iyileştirir. Güzel oyunlardan bir seçki yaptım.
Benim merakla beklediğim, iyi çıkacağını tahmin ettiğim az sayıda oyundan ilki ‘Bir Halk Düşmanı’. Dünyaca meşhur Schaubühne Berlin tiyatrosu yapıyor. Oyuna çağdaş bir yorum getirmişler. Yüzyıl başında bir kaplıca kasabasında geçen ve kasaba doktorunun şifalı zannedilen suların mikrop yuvası olduğunu keşfetmesiyle başlayan olaylar zinciri, doktorun halk düşmanlığıyla suçlanmasına, dışlanıp taşlanmasına sebep olur. Bu yorumda hikâyeyi çağdaşlaştırmışlar. Finansal krizler ve kapitalizmin bunalımları eksenine çekmişler. Önemsenmesi gereken bir tiyatronun bu iddialı yorumunu sabırsızlıkla bekliyorum.
‘Göl Kıyısı’ Theresa Rebeck’in oyunu. Yazar, çağımızın önemli kalemlerinden. Pulitzer ödülü var. Amerika’da bir göl kıyısında eski bir ev vardır. Bu eve ve geride bıraktığı hayata yıllar sonra zengin bir adam olarak dönen kahramanımız, ailenin geçmişiyle ilgili yüzleşmeler yaşar. Hafızalara gömülmüş bir aile trajedisi ekseninde gelişen bir öykü var. Mehmet Ergen rejisi. Meltem Cumbul ve Levent Öktem’li çok önemli bir oyuncu listesi var. Yazar büyük bir yazar. Yönetmen ve oyuncular süper. Çok iyi bir oyun çıkabilir karşımıza.
‘Gergedanlaşma’ ise en çok merak ettiğim oyun. Şahika Tekand’ın tiyatrosu 1994 yılında sahnelemişti ilk kez. Şahika’nın kendine özgü tiyatro anlayışının baş yapıtlarındandır. Oyuncunun fiziksel becerilerini öne çıkaran, sirk sanatlarını andıran, baş döndürücü bir ritme sahip, son derece akıllı ve neşeli bir iştir. 25 yıl önce izlemiştim. Çeyrek yüzyılın şerefine yeni bir yorum yapmışlar. Kalabalık ve hareketli bir iş olacak. Mutlaka çok güzeldir.
Başka oyunlar da var festivalde. Çoğu muamma, nasıl çıkar bilemeyiz. Gitmek görmek lazım. Festival haziran başına dek sürüyor.
Önemli bir yol katettiler. Yıllar içinde bir sürü güzel oyun seyrettik. Ancak, kültür hayatımızda hakiki bir yeri olan bu festivalin artık ciddi bir yeniden yapılanmaya gereksinimi var.
İnsanlar gibi festivaller de zaman içinde yıpranır, dinamizmini yitirir. Bu festival de öyle. Festivalin en büyük sorunu coşkusuzluğu. Sokakta da basında da bir “hava” yaratması gerekir. Bu yok. Broşürleri bile sıkıcı. Bilgi vermekten, heyecan yaratmaktan uzak. Öyle tırı vırı bir işten bahsetmiyoruz. Kocaman bütçelerle yapılan dev bir etkinlik. Birkaç haftaya yayılıyor, 30 küsur oyun var filan. Bu yıl Shakespeare’in bilmem kaçıncı doğum yıldönümüymüş. Nadiren gördüğümüz afişlerde “Olmak ya da olmamak” yazıyor. İnsan utanır. Yaratıcılıktan, albeniden bu kadar mı uzak olunur? Oyunların önemli bir kısmı ilk kez festivalde sahnelenecek. Hep böyle yapıyorlar. İlk kez sahnelenen oyun iyi mi çıkacak, kötü mü çıkacak; bu bir muamma. Yıllardır izlerim. Festival oyunlarının çok azı sezona kalır. İyileri de var elbet ama bir sürü sıradan, fersiz prodüksiyon gelir geçer. Bu yıl da öyle olacak. Hem hangi oyun niye seçilir, neden yapılır bilemeyiz. Zaten, entellektüel anlamda bağlayıcı bir tema, hatta bir festival ana fikri de yoktur. Lutfedip bilgi de vermezler. “Bon pour Orient” diye mi düşünmekteler? Dünya, uzmanlık dünyası. Festivaller de uzmanlaşıyor. Hem yurt dışından oyun gelsin, hem geçen sezonunun oyunları olsun, hem yeni oyunlar sipariş edilsin deyince ortaya kararsız ve tutarsız bir yapı çıkıyor. Geniş kitlelere seslenecek oyunlarla, butik, hatta marjinal işler aynı potada eriyor. Söyleşiler, şenlikli buluşmalar, atölye çalışmaları filan neredeyse hiç yok. Bu işler pahalı işler, biliyoruz. Yine de en ucuz öğrenci biletini 35 liraya satıyor, fiyakalı oyunlara 200 lira istiyorsanız hakkını vermek zorundasınız. Gençler, öğrenciler gelemez bu paralara.
Festivalin hedefi, vizyonu yeniden tanımlanmalı. O da olsun, bu da olsun diye festival olmaz. İyi yönetilmiyor. Yapanları, destekleyenleri seviyoruz ama çakaralmaz değil, çatır çatır bir festival istemek de hakkımız.
Bazı değerli sanatçılar jüri üyelerinin birbirlerine oy verdiğinden, birilerini kayırdığından dem vurdular. 33 kişi var o jüride. Bilgili ve son derece mümtaz şahsiyetler. Tiyatro dünyasında herkes herkesi tanır. Tanımak başka, kayırmak başka. Bu 33 kişi, etik dışı davranacak kadar olgunluktan, samimiyetten ve terbiyeden uzak insanlar, öyle mi? Çok üzücü bir ifade. Sonra, adı adınca insanları hedef göstermek çok yanlış. Ayıp. “O ona öyle demiş-bu buna böyle söylemiş” filan falan. Niyet okuyucusu mu olduk? Jüriler tartışmalı kararlar verebilirler. Ben de eleştirdim bazı adaylıkları evvelki yazımda. Normal bir şey. Hocalar, sanatçılar, uzmanlar var orada. Bu değerli insanların vicdani ehliyetine güvenmiyorsak burası bitmiştir, kapatalım kepenkleri, Singapur’a göç edelim. Duyan da ortalıkta milyonluk para ödülleri uçuşuyor zannedecek.
Tiyatromuz ülkeye olgunluk dersi verebilecek düzeydedir. Tahkir etmeden eleştiri yapma zarafetini sergilemesi beklenir. Maksadını aşan, nevrasteni krizini andıran bu ifadeler yüzünden yara almıştır.
“Komedi veya Müzikal” diye bir kategori vardı. Kaldırdılar. Doğru yaptılar. Sanki Broadway’deki gibi bir sürü müzikal yapılıyor. Olmayan bir şeye nasıl ödül versinler! Bu devirde artık ‘komedi-dram’ diye bir ayırım da yok. Oyun oyundur. Ustalar unutuluyormuş. Münir Özkul’a onur ödülü verdiler, demek ki unutulmuyor. Alternatif tiyatrolara laf ediyorlar. Sumru Yavrucuk geçen yıl “alternatif” Kumbaracı’da şahane oynadı, ödül aldı. Vermeseler miydi? Alternatifler tiyatromuzun yüz akı. Artık ana akım onlar. Ödenekliler, eskiler, benim kuşak filan, asıl biz alternatif olduk, farkında değiliz. 18 yıllık bu ödül tiyatromuzun en değerli kazanımlarından biridir. Jürinin gitmediği oyunlar var diyorlar. Varsa günahı boynuna. “Hafta sekiz gün dokuz” tiyatrodayım, jüriyi her yerde görüyorum. Afife’yi içtenlikle destekliyorum.