Erdal Özyağcılar ve Berna Laçin’i sahnede görmeyi özleyen seyirciler bu oyuna büyük ilgi gösterdi. Sezonun sonlarına yaklaşıyoruz. ‘Hoş Geldin Boyacı’ turne temsillerini sürdüren az sayıda prodüksiyondan biri. Oyun eski bir İngiliz komedisidir. Donald Churchill’in eseri on yıllar önce West End’de sahnelenmişti. Tiyatro tarihinde önemli iz bırakmış vodvillerden değildir. Ama bu türün bütün ögelerini barındırır. Yanlış anlaşmalar, karakterlerin kimliklerini değiştirmeleri, durum komedileri vs. Varlıklı bir kadın olan Marcia, gayrı meşru bir ilişki yaşamaktadır. Tatilden döner. Evde tadilat vardır ve tanıdığından farklı bir usta çalışmaktadır. Komedi bu ya, sevgilisinin karısı da (Gözde Çetiner) eve geliverir. Ortalık hem inşaat hem de aşk meşk işleri nedeniyle tam mânâsıyla dağılmıştır. Erdal Özyağcılar’ın canlandırdığı neşeli usta Walther, üzerine vazife olmayan bir işe bulaşır ve Marcia’nın durumu kurtarmasına yardım etmeye girişir. Zaten tiyatroculuk içinde uhde kalmış, oyunculuğa meraklı bir adamdır. Özetle, komik ve sürprizlerle dolu durumlar birbirini izler. Arif Akkaya’nın yönettiği oyun, seyircilerin beklentilerini karşılıyor. Oyuncular da çok seviliyor. Gırgır şamata derken iki perde geçiveriyor. Eleştirilecek birçok yanı olabilir ama bu tür oyunları tercih eden seyirciler için gayet iyi bir seçenek.
* Bugün 16.00’da Ankara Devlet Tiyatrosu Şinasi Sahnesi’nde. Biletler Biletix’te.
‘Bira Fabrikası’, konusu ve yazarlık üslubuyla olduğu kadar oyunculuk başarısıyla da dikkat çekiyor. Koffi Kwahulé, Fildişi Sahili doğumlu, Fransa’da tiyatro doktorası yapmış, çağdaş bir yazar. Oyunlarını izlememiştim. Kemal Aydoğan bu oyunu sahneleyerek bizi yazarla tanıştırmış oldu. Çevirmen Ezgi Coşkun ciddi bir dramaturg hassasiyetiyle çok başarılı bir çeviri yapmış. Hikâye şu: Az gelişmiş bir ülkede bir iç savaşın sonundayız. Yüzbaşı ‘Ölümü Sallamaz’, yardakçısı Onbaşı ‘Asalak’la beraber herkesi vahşice öldürüp iktidarı ele geçirmiş. Fakir ülkenin tek gelir kaynağı olan bira fabrikasını almışlar ama nasıl çalıştıracaklarını bilmiyorlar. Fabrikanın sahibesi ‘Patron Beyazbüyü’ karnı burnunda, çılgın bir kadın. Üstelik Paris’te revü yıldızı. Fabrika işçilerinden birini damızlık kullanıp hamile kalmış. Özetle durum son derece absürd. Gerillaların tek hedefi biraları satıp Las Vegas’ta lüks içinde yaşamak. Bakalım ‘Beyazbüyü’ fabrikanın sırrını onlara verecek mi? İki perdelik oyun bu hat üzerinde ilerliyor. Öykü akışında büyük sürprizler filan yok. Ama başka bir şey var. Savaş, önce sözcükleri öldürür. Kelimelerin içleri boşalır, anlamlarını yitirirler. Şiddet olağanlaşmaya başlar. Artık konuşacak bir şey kalmamıştır. Yazar, ilginç bir tekrarlama estetiği kurarak, üzerinde konuşulamayacak olan şeyi bambaşka bir forma dönüştürmüş. Caz müziğinden, özellikle Coltrane’den etkilenmiş. Aynı temaları ısrarla tekrar ederek önce bir yabancılaşma, ardından bıkkınlık, en sonunda da bir arınma, yani katarsis oluşturuyor. Kökeni Artaud’nun Vahşet Tiyatrosu’na dayanan, absürd ögeleri de kullanan ve caz müziğini entelektüel bir şablon olarak rehber edinen çok özel bir yazarlık tekniğinden bahsediyoruz. Dolayısıyla bu oyuna gündelik beklentilerle gitmemek lazım. Hikâyedeki tutarsız taraflar, olay akışındaki tekdüzelik ve zayıf final birer eksiklik olarak algılanmamalı. Yazar tam da bunu yapmak istiyor. Yönetmen tam bir başarıyla bunu uyguluyor. Bu açıdan son derece sağlam bir iş. Oyuncular hakkını fazlasıyla veriyor. Beğenenler sahnedeki büyük marifeti ve yazarın modernizm eleştirisini beğenir. Ama yeknesak bir üslup fetişizmi olarak değerlendirip, uzun bulanlar da olacaktır.
* Cuma 20.30’da Moda Sahnesi’nde. Biletler www.modasahnesi.com adresi ile gişede.
Firuze Engin, güzel ve farklı bir oyun yazmış. ‘Cambazın Cenazesi’ni İkincikat’ta izledik. Hikâye ilginç, oyuncular gayet iyi. Değişik de bir kurgusu var. Seyirciler mutlu oldu. Hikâye, Tekirdağ taraflarında cereyan ediyor. Yazarın çocukluğu da Mürefte’de geçmiş. Mekâna ve folklora hâkim. Cambaz Rasim adında bağ bahçe sahibi, varlıklı bir ihtiyarın cenazesindeyiz. Adama ‘cambaz’ demelerinin sebebi Azrail’i birçok kez atlatmış olmasıymış. “Beni bahçeye gömün” diye vasiyeti var ama işler karışık. Zira mirasçılar evin etrafını müteahhide vermişler, site inşaatı başlayacak. Zaten kasabanın bir kısmı şimdiden dönüşüme uğramış. Eski hayat modern dünyayla burun buruna gelmiş. Çeşitli sosyal çatışmalar boy gösteriyor. Meddah ve gölge oyunu dinamiklerinin estetize edildiği oyunda İbrahim Halaçoğlu ve Seda Türkmen yaşlısından gencine bütün kişileri canlandırıyorlar. Sayamadığım kadar çok tipleme yapıyorlar. Bazıları çok matrak hakikaten.
Cenazenin arka planında sosyal bir dönüşüm, etrafında da irili ufaklı entrikalar ve küçük insan hikâyeleri var. Marquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ romanının meşhur mevtası Santiago Nasar o küçük köydeki insan ilişkilerinin odağındadır. Cambaz Rasim de öyle. Etkilenmiş midir bilmem, Firuze Engin’i ‘büyülü gerçekçilik’ akımına yakın bir yazar olarak değerlendirmek mümkün. Afife’de ‘Yılın En İyi Oyun Yazarı Özel Ödülü’nü de aldı. İyi ama ‘en iyi’ de değil. Zira 90 dakikalık oyun ufak tefek arızalar, acemilikler ve tutarsızlıklar içeriyor. Hikâye ilginizi çekti çekti, yoksa tekrar eden tiplemeler yorucu olabilir. Biraz açık büfe gibi. Güçlü bir finali olduğu da söylenemez. Yaşamakta olduğumuz inşaat çılgınlığını eleştirirken karakterlerin dönüşümlerini göstermiyor. Karakterden çok Karagöz figürleri gibi sevimli tiplemeler görüyoruz. Tabii, bu bir tercih meselesi. Ben daha etli butlu yazarlık seviyorum. Sezonun kalbur üstü işlerinden biri. Sağlam ve yetkin bir yazar kazanmak üzereyiz. Sonuçta eğlenceli ve akıl dolu bir oyun. Sezon bitmeden görmek lazım.
Salı 20.30’da İkincikat’ta. Biletler Biletix ve gişede. Adres: Karaköy Emekyemez Mah. Sarı Zeybek Sok. Demirci Fettah Çıkmazı No: 2 K.2 Beyoğlu, İstanbul.
Geçen sezon başlayan ‘Üst Kattaki Terörist’ adlı ilginç oyunu İkincikat sahneliyor. Sami Berat Marçalı, bu oyunu Emrah Serbes’in öyküsünden uyarlayıp yönetmiş. Başarılı bir iş olduğu söylenebilir. Oyun, ana hatlarıyla, önyargı denen mekanizmanın işleyişini inceliyor. On, on iki yaşlarında bir oğlan çocuğu var sahnede. Biraz agresif, uyumsuz bir tip. Ağabeyi Güneydoğu’da şehit düşmüş. Oğlan bu travmayı atlatamamış. Ağabeyinin savunduğu milliyetçi, muhafazakâr söylemi abartılı bir halde giyinivermiş. Kürtleri topyekûn terörist ve düşman olarak görüyor. Tabii, önemli bir kısmı taklitten ve kendini önemseme ihtiyacından kaynaklanıyor ama çocuğa dur durak demenin imkânı yok. Bizim hırçın oğlanın üst katına, üniversiteli Kürt bir çifti komşu göndermiş. Küçük çocuğun hezeyanlarını düşünün. İş, karamizah gibi başlıyor ama çocuğun içinde yatan o cani kahraman, kafasını yükselttikçe tehlikenin dozu artıyor. Bizim memleket, ne yazık ki çeşitli kültürel ve siyasi fay hatları üzerinde duruyor. Ötekileştirmek, nefret söylemi geliştirmek alelade işler olmaya başladı. Oyunda küçük Nurettin şöyle diyor: “Bugün Kızılderililer bile Türk olduklarını kabul ettikten sonra, siz kimsiniz de ‘Biz başka bir milletiz’ diye lüzumsuz çıkışlar yapıyorsunuz. Üniter devlet yapısını sarsamazsınız ulan!” Tabii, Denizhan Akbaba’nın canlandırdığı bu küçük adam bu büyük ve saçma lafları söyleyince buruk bir kahkaha atıyoruz. Önyargılar ve düşmanlıkların dünyasında yaşadığımızı hatırlıyoruz. Bu, terörist/ asker dilemmasını çeşitli filmlerde gördük. Ama Emrah Serbes’in kalemi başka. Gerçek bir drama damarı var. Özensiz bir prodüksiyon. Oyunculuklar iyi. Bedir Bedir’i, başka bir oyunda da aynı şiveyi yaparken izledim. Oynuyor mu, öyle mi anlayamadım. Çocuk oyuncu, yetenekli ama doğal olarak zayıf. Filmde olsa montajla filan ödüllük oynatırsınız ama tiyatroda riskli işler bunlar. 90 dakika sahnede ve başrol. Çok sevimli ama sempati de bir yere kadar.
10-11 Nisan 20.30’da İkincikat’ta.
Dizilerde, filmlerde milyonlarca hayran biriktirdiler. Salonu doldurmaya tiyatrodaki hayranları yeter. Seanslar tıklım tıklım zaten. Oyun, İsrailli yazar Hanoch Levin’in komedisi. Levin, büyük ve verimli bir yazardır. Bu oyunda kendine has bir espri anlayışı sergiliyor. 30 yıllık bir evlilikten sonra birbirini tümüyle yabancı hissetmek duygusunu masaya yatırmış. Tamam, evli kalmanın felsefi bir gerekçesini bulmak zor bu kadar seneden sonra. Ama oyundaki karakterler için, ayrılmanın da mantıkla izah edilecek bir tarafı yok. Oyun, bu kıdemli çiftin hikâyesi. Bir de arkadaşları var. Yalnızlıktan mustarip bir adamcağız. Onun gözünden bakıldığında yalnızlık en büyük derttir. Fakat, bizimkilerin yerine kendinizi koyarsanız, evliliğin çekilmez bir şey olduğunu düşünebilirsiniz. Oyun bu minvalde, tatlı ve gırgır bir tonda ilerliyor. Zaman zaman da keskinleşiyor.
Bir küçük odadaki evlilik problematiği, temel bir varoluş meselesine dönüşüyor. Yazar, iyi bir yazar çünkü. Herhangi bir şeye inanmanın meşru bir tarafı var mıdır, yok mudur, bunu tartışırken buluyoruz kendimizi. Tek perdelik, dinamik ve değerli bir oyun bu. Bu kadar iyi oyuncular çıkıp, Kütahya’nın telefon rehberini okusalar dinlenir. Bir de onları bu oyunda izlemenin lezzetini bir düşünün. Hayatta ölüm olduğunu, ölümden başka hiçbir sağlam gerçeğin bulunmadığını er ya da geç anlarız. Bunu bilenler için işi deliliğe vurmak bir seçimdir. Kimi ilahiyatta, kimi kasvette teselli arar. Bir şekilde teselli peşinde koşan karakterler izliyoruz sahnede. Oyunculuk farkı burada belli oluyor. O karakterlerin ilk bakışta görünmeyen iç dünyalarına, duyulmayan iç seslerine çağırıyorlar bizi. Neşe ve korku, çılgınlıkla bıkkınlık, arzuyla ikrah anlamlı ve ahenkli bir bütün oluşturuyor. Moleküler aşçılıkta, füzyon mutfağında zıt ve alakasız lezzetler kullanarak müthiş yemekler yapıyorlar ya, bu oyun da öyle. Kerem Ayan’ı kutlamak lazım. Değerli bir sinemacı olarak başladı, tiyatro yönetmenliğinde başarıları sürüyor. Tek eleştirim Ülkü Duru’ya. Rol için fazla genç, fazla güzel. Zaten hep öyle.
Tiyatro Pürtelaş’ın sahnelediği ‘Savaş’ı Kadir Has Üniversitesi’ndeki sahnede izledim. Burada bir konservatuvar da var. Bir çeşit uygulama sahnesi yapmışlar. Pürtelaş, Türkiye’nin en önemli tiyatro oluşumlarından biri. ‘Savaş’ çok etkileyici bir oyun. Yazarı Lars Norén, İsveç Ulusal Tiyatrosu’nun direktörlüğünü de yapmış anıtsal bir isim. Oyun, Bosna Savaşı’yla paramparça olmuş, dağılmış bir aileyi anlatıyor. Savaşta öldü sanılan bir adam evine geri döner. Adam cephede ve esir kampında tarifsiz acılar çekmiş, geride bıraktığı ailesi, hayatta kalabilmek adına insanlık dışı koşullara göğüs germiştir. Adamın erkek kardeşi şöyle der: “Biz savaşta iğrenç şeyler yaptık ama bunları kendimiz gibi yapmadık”. Savaş, insanı insanlığından çıkarır. Onu başka bir şeye dönüştürür. Savaşta önce sözcükler tükenir. Anlamlarını yitirirler. İnsanın hayatı anlamlı kılabileceği hiçbir dayanak noktası kalmaz. Savaş budur. Bu oyun, Bosna Savaşı’nda geçiyor ama özellikle bu savaşı konu edinmiyor. Çok daha büyük bir dil ve bakış var. ‘Savaş’, tiyatronun yapması gereken şeyi yapıyor. Kendine özgü bir dil kuruyor. Bir oyunun başarısı, gerçek hayatı taklit gücüyle sınırlı değildir. Büyük oyunlar hayata katkı da yapar. Bu oyun bunu yapıyor; savaşı bambaşka bir uzaya çekiyor.
Tilbe Saran ve Sermet Yeşil oyunun başrollerinde. Diğer oyuncular gibi, çok başarılılar. Tilbe Saran’ın oyunculuk tarzı bu oyun için ideal. Zaten hep zirvede. Sermet Yeşil ise özel bir yeteneğe sahip, mâlum. Müthiş bir kontrolü var ama bunu seyirciye büyük doğallıkla sunuyor. Bu oyun, Serdar Biliş’in ne kadar özel bir yönetmen olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. ‘Savaş’, konu ve yaklaşım itibarıyla sert bir oyun. Savaşın kötü bir şey olduğunun altını kalın kalın çizen, ağlak ve sıradan işlerden değil. Çok başka bir incelik var bu oyunda. Yazarı, yönetmeni, oyuncuları kutlamak lazım. Bense kıskanıyorum.
Bu oyundan herkes hoşlanmaz. Seyredip rahatsız olanlar da olur. Ama mesele bu değil. Şu ya da bu şekilde, seyirciyi düşündürmeyi, hatta sarsmayı başaran bir iş. Talimhane Tiyatrosu’nun bu yeni prodüksiyonu mutlaka ses getirir. Tim Crouch, Britanya’da önemli bir oyun yazarı. Alternatif tiyatronun öncü isimlerinden. Hayatın sert gerçeklerini seyircinin yüzüne tokat gibi aşketmeyi düstur edinen ‘in-yer-face’ akımının kayda değer temsilcilerinden. Bu oyun hem içerik hem de üslup olarak tam da bunu yapmayı murat ediyor. Sahne yok. Seyirciler karşılıklı tribünlerde oturup birbirine bakıyor. Sürprizlerini ele vermek doğru olmaz. Bir hikâyeye tanık oluyoruz. Bir oyun yazarı şiddet konusunda bir oyun yapmaya karar verir. Bu oyun şiddet karşıtı bir söylem içinde en kanlı ve insanlık dışı gerçekleri konu almaktadır. Oyunun yapılış ve sahnelenme süreci büyük sorunlara neden olur. Oyuncuların, yazarın, seyircinin psikolojisi bozulmuştur. Şiddete yakından bakmanın ne denli zor bir şey olduğunu anlarız. Oyun içinde oyun diyebileceğimiz bir kurgu var. Bütün oyuncular gayet iyi. Öner Erkan’ın yarattığı karakter zaman zaman öne çıkıyor. Tabii, rol de izin veriyor buna. Oyunun İngilizce aslına biraz dokunmuşlar. Hikâyeyi İstanbul’da geçirip, referansları Türkleştirmişler. İyi de olmuş ama birkaç yer havada kalmış. Final de öyle. Sıradan bir İngiliz seyircisinin televizyonda gördüğü şiddet uzak bir canavardır. Biz o canavarın soluğunu duyuyoruz. Oyun güzel bir oyun ama sosyolojik açıdan buraya uymayan tarafları var. Seyirciyi oyuna katmak, hatta entelektüel bir Huysuz Virjin usulüyle sarsmak parlak bir fikir. Alternatif ve seyirci etkileşimi üzerine kurgulanmış bu tür oyunlara hiç aşina değilseniz ilginizi çeker. Bu tarzı biliyorsanız biraz yavan kalabilir. Muhteşem bir metin yok ortada ama gidilip görülmesi gereken, akıllı, yetkin ve sarsıcı bir iş. 75 dakika sürüyor ve +18 öğeler içeriyor. İçermese şaşardım.
** 16 ve 30 Mart Pazartesi 20.30’da Talimhane Tiyatrosu’nda. (212) 238 85 09.
Asmalı Sahne küçücük bir yer. Bildiğiniz ev salonu kadar. Ama bir duygusu var. Yeri de güzel. Tiyatro Yanetki, başarılı prodüksiyonlar yapan, alternatif bir grup. Oyunu orada seyrettim. Etkilendim. Aslında iki sezondur oynuyor. Hesapçı, uyanık, hafif karanlık ama şeytan tüyü olan bir karakter var oyunda. Çocukların alınıp satılmasına aracılık ediyor. Bu rolde Faruk Barman geçen yıl Sadri Alışık Ödülü almıştı. Diğer oyuncular da çok başarılı.
Hansel ve Gretel masalında çocuklar ormana bırakılır. Ormanda bir cadı onları şekerden (kurabiyeden) bir eve hapseder. Niyeti çocukların iyice semirmesidir. Afiyetle mideye indirecektir onları. ‘Kurabiye Ev’in adı oradan geliyor. Bizim oyunda çocuklarından ve hayattan bıkmış tipik bir çift var. Çocuklarını satma fikri akıllarını alıyor. Tabii, söylenen yalana inanmaya teşnedirler. Çocuklar belli ki istismara uğrayacak ama sanki evlatlık veriyorlarmış izlenimi uyanır. Çocuklardan gelecek parayla da hayallerini gerçekleştireceklerdir. Yeni bir buzdolabı, gemiyle yaz tatili, belki biraz daha büyük bir ev. Oyun, bu fantastik durum etrafında şekilleniyor. Değişik ve yetkin bir yazarlık üslubu var. Olan biten şeyler hem çok gerçek, hem de absürd. Gerçekliğin, somut ve tanıdık hayatın sınırları absürd anlatımın topraklarına girip çıktıkça oyunu baştan sona bütünlüklü bir eser olarak algılamak zorlaşıyor. Yanetki’nin rejisi bu sorunu aşmış. İnandırıcı, akıcı bir tarz bulmuşlar. Hansel ve Gretel hikâyesi, Avrupa’da büyük açlık yıllarında çokça yaşanmış bir şeydi. Bugün de yaşanıyor. Ama Mark Schultz’un bu çok başarılı oyununda yokluk, sefalet ve savaş atmosferi yok. Bu ailenin motivasyonu tüketim toplumunda daha çok itibar görmek. Güçlü bir paralellik kurulmuş. Demek ki, itibar ve lüks açlığı, gerçek açlıktan daha fazla kemirebiliyor içimizi. Kurabiye Ev, güzel oyun. Gerçi, bu doldur boşalt İngiliz oyunlarından sıkılmaya başladım. Birileri yazar, biz de çevirir oynarız. Bin yıldır böyle. Kolay iş. Madem alternatifsin, çatır çatır kendi metinlerini de üreteceksin.