Geçen sene yurtdışında bir mağazanın DVD bölümünde ‘Bunu da alırsam, gelirim açlık sınırının altına iner... Bunu da alırsam, suları kesecekler galiba...’ diyerek gezinmekteyim.
Gözü doymuyor insanın işte. Son olarak indirimli DVD’ler bölümüne geçtim. Ama hani ‘en indirimliler sepeti’ gibi bir şey vardır ya, oraya geçtim. ‘Laponlar Aerobik Öğretiyor’ gibi DVD’ler var... Arada tanıdık bir yüz dikkatimi çekti: Hans Abi! (Bu bizim yorumumuz, asıl adı Hoss tabii)
Bonanza’nın dört bölümünü içeren bir DVD, hem de 4 dolar mı ne... Hemen aldım tabii.
İstanbul’a ulaştım, Bonanza’yı DVD oynatıcıya yerleştirdim ve tuhaf hisler eşliğinde seyretmeye başladım.
Birincisi, ilk kez renkli seyrediyorum. Çünkü televizyon siyah-beyazken seyretmiştik. İkincisi, ilk kez kendi seslerini duyuyorum, çünkü hep dublajlı halini biliyorduk. Üçüncüsü, küçükken Cartwright ailesiyle heyecandan heyecana sürüklenirdik ya; eşek kadar adam olduk, bu arada aksiyonun, heyecanın dalağını yardık, tabii şimdi çok naif geliyor bu western dizisi.
Yine de güzel geliyor tabii.
*
Eskiden çok severek seyrettiğimiz şeylerin tekrarlarının aynı tadı vermeyebileceğini fark etmek acı olmuştu.
Ki, malumunuz bundan birkaç sene önce www.batug.com ortaklığıyla bir ‘TRT Beyaz Gölge’yi tekrar yayınlasana, gözünün yağını yiyim’ türü bir kampanya yapmış, biraz başarılı da olmuştuk.
O dönemde gaza gelip didaktik didaktik ‘TRT aslında bir dolu kanalından birinde nostalji kuşağı yapabilir, eski dizileri yayınlayabilir. Biz de söz veriyoruz, uyumadan filan seyrederiz’ türü yazılar da yazmıştık.
Bu fikrimiz hálá geçerli aslında ama eskisi kadar heyecan duyamadığımızı anlamış olduk.
*
Fakat enteresandır, eski diziler başka kanallar aracılığıyla teker teker düşmeye başladı.
Sonra Digitürk’teki Comedy Max kanalında ‘Mavi Ay’ başladı, sevindik.
14 Şubat’ta yine Digitürk’te yayına başlayan Dizi Max’te de ‘Charlie’nin Melekleri’ başladı. ‘Bonanza’yı tekrar seyrederken yaşadıklarım ‘Charlie’nin Melekleri’ için de geçerli aslında. İnsan ‘Niye o kadar heyecanlanıyormuşuz acaba?’ diye soruyor kendine. Yine de seyrediyor ama onu da söyleyeyim. Bu arada küçükken yaşadığım ‘Sabrina mı, Jill mi yoksa Kelly mi daha güzel?’ sorusunun cevabını hálá veremediğimi fark ettim. Galiba hiç veremeyeceğim...
*
Son olarak TV8’in ‘McMillan ve Karısı’nı yayınlayacağını öğrendim. Mildred vardı di mi?...
Neticede, istediğimiz eski diziler tek tek düşüyor ekrana.
İyi bir şey...
Bu arada başka hangilerini istiyoruz, onu da düşünelim bir yandan. Varsa öneriniz, manasızca interaktif de olabiliyoruz zaman zaman malumunuz... Değerlendiririz demek istiyorum...
Yazarımız şuurunu kaybettiği için bu hafta yazamamıştır
Türk medyasında ‘writer’s block’ kavramını ilk kullanan kişi Serdar Turgut olmuştu yanılmıyorsam. İlk belirtisi yazı yazmak üzere oturan şahsın bilgisayar ekranına, bir lahananın diğer bir lahanaya baktığı şekilde bakması şeklinde gerçekleşen bu bloke olma durumu hakikaten can sıkıcıdır.
Çeşitli nedenlerden dolayı bloke olabiliyor insan. Bazı günler sadece yazı yazmak istemiyorsunuz.
Bazen elle tutulur nedenlerden dolayı da yazamadığınız oluyor. Mesela bugün öğle yemeği sırasında Ebru Çapa’ya ‘Yazarımız salak olduğu için bu haftaki yazısını yazamamıştır diye bir not koyup kaybolmak istiyorum’ dedim.
Çapa’nın cevabı ‘Onu ben yapmak istiyorum asıl’ oldu ki; haklıdır. Şu sıralar onun bloke olmak için çok geçerli bir sebebi var, çünkü sigarayı bıraktı.
Her hafta inek öğrenciler gibi yazımı bitirdikten sonra yanına gidip el kol hareketleri marifetiyle ‘Ben bitirdim koçum, geçmiş olsun, ho ho!’ şeklinde çirkinlikler yapıyorum bir süredir.
Sırf sigarayı bıraktığı için bu hafta yapmayacağım mesela. Yalan konuşmuş olmayayım, sigarayı bıraktığı için acayip asabi ve her an kafa atabilir diye korkuyorum. Yoksa gidip yine pişmiş kelle gibi sırıtarak ‘Nı-ha! Çapa! Bitirdim oğlum ben!’ demek istiyorum, o başka...
Neyse, madem canımız yazmak istemiyor. Canı yazmak istemediğinde çeşitli yalanlar uydurarak (Yazısı elimize ulaşmadığı için... Rahatsız olduğu için... Şehir dışında olduğu için...) gibi bahaneler uyduran yazarların ipliğini pazara çıkarırız.
Daha gerçekçi ‘Yazarımız yazısını şu sebepten yazamamıştır’ yaklaşımları için böyle buyuruyorsunuz şimdi:
Sevgili okur; aramızda kalsın ama adam yazamıyor, acayip bir şey oldu, kafası filan şişti. Aha! Düşününce kulağından duman çıkıyor bunun be! Üstüne gitmeyelim; o yüzden yazı filan yok bugün. Abi iyi misin sen ya?..
Sevgili okur, yazarımız dün gece Yakup 2 meyhanesinde rakıyı fazla kaçırıp tanınmış kozmonot Yuri Gagarin gibi olduğundan sabah kalkamamıştır. Yazı da yazamıyor hayvan herif tabii şimdi!..
Rakip gazeteden Münip Polemikgil’le girdiği tartışma neticesinde şişen yazarımızda klavye fobisi oluştu. Müşahede altında tutuyoruz. Merak edenler için söyleyelim, yazı da yazamayacak demek oluyor bu.
Sizin de fark ettiğiniz gibi yazmasa da bir şey değişmiyor. Ama biz yine de böyle bir not koymak durumundayız.
Gerildikçe yazan, yazdıkça gerilen yazarımız balatayı tamamen sıyırmış bulunuyor. Son olarak öğrenci affıyla ilgili bir yazı yazmak üzere masasına oturan yazarımız; daha sonra Kızılay Meydanı’nda halka ‘Beni dinleyin, dinleyin beni... Her şey yalan! Her şey yalaaaaan!’ diye bağırırken bulunmuş ve sakinleştirici iğne vurulduktan sonra, evine teslim edilmiştir. Kendini toparlayıp bir daha yazabilir mi, bilemiyoruz.
Bakın şimdi; evet aslında yurtdışında. Ama yurtdışında olduğundan dolayı yazamıyor diye bir şey yok. Teknoloji sayesinde Timbuktu’dan bile 12 saniyede yazı geçilebiliyor. Ama bu turşu şu anda eşine hediye arıyor bulunduğu şehirde. Almazsa yenge bunu kapıya paspas yapar, biliyor. O yüzden seçimini yazmamaktan yana kullandı. Olay budur...