BU hafta İstanbul, üç gece rock müzik tarihinin mühim ikonlarından Marianne Faithfull’u ağırladı. 1960’larda hem Mick Jagger hem Keith Richards hem de Bob Dylan’la takılarak bir nevi "hat-trick" yapmış olan Marianne’in eski fotoğraflarını, yeni fotoğraflarını, kırık sesini, efsanelerini severim.
Salı akşamı Fenerbahçe maçını kaçırmamak için ilk gece, yani pazartesi gecesi gitmeye karar verdim.
Konser öncesinde Babylon Lounge’da yemek yiyeceğiz sonra da Marianne Faithfull şarkıları dinleyeceğiz.
Yemekte kalabalığız. Arka masamızda Marianne’in ekibi oturmakta. Şöyle bir bakıyorum, bu kez torununu getirmemiş.
İstanbul Caz Festivali için geldiğinde aşık olduğu torunu Françoise da (Adı buydu galiba!) vardı yanında. Çocuğun bir dediği iki edilmemişti.
Hatta çocuk el öpmeye giden pelerinli, asalı sünnet çocuğu görünce "Ben de isterim!" diye tutturmuştu, ona da sünnet kıyafeti alınmıştı.
Faithfull’un torununa sünnet kıyafeti almış olması işe yarar türden bir bilgi olmayabilir fakat eğlenceli.
İşe yarar bilgi olarak da aynı zamanda sevgilisi olan menajerini görüp inceleme fırsatım olduğunu söyleyebilirim.
Bahsedildiği gibi aşırı derecede Woody Allen’a benziyor. Marianne’ın karizmatik adam bulmakta problemi yok fakat adamların hiçbiri erkek güzeli sayılmaz. Böyle seviyor demek...
* * *
Yemeğimiz biterken kalabalık masamıza bir kişinin daha ekleneceği söylendi. "Hiiii! Ne demek, benim masama ha? Biri daha eklenecek ha?!" tarzı tepki göstermişliğimiz yok hayatta.
Bu sebepten "Niye vurgu yapıyorsunuz ki?" diyecek oldum sonra konuşmak yerine hızla tükenen peynir tabağına dalmayı uygun buldum.
Beklenen arkadaş geldi. Kırmızı ceketli, kıpkırmızı türbanlı, güleryüzlü genç bir kız.
Türbanlı gördüğünde "Babilon’u da ele geçirdiler! Burada İbrahim Sadri şiir gösterileri yapacak! Fethullah Gülen kasetlerinden yapılmış remiksler çalacak! Sultans Of Tarikats zikir ve dans sunacak! Elveda mojito; hoşgeldin hindiba, hoş geldin kuşburnu!" paniğine kapılmadık herhalde.
Oturdu, muhabbete katıldı. İyi bir Marianne Faithfull dinleyicisi olduğunu bilen bir arkadaşımız davet etmiş.
İyi. Bu şartlar oluşsa da oluşmasa da hoş gelmiş.
Yemekte masada veya civarda bir tedirginlik bir fark hissedilmedi. Daha doğrusu çevrede tedirginlik var mı diye bakmak hiçbirimizin aklına gelmedi.
* * *
Fakat konser için Babylon’a geçtiğimizde havanın değiştiğini fark ettim. 1 saat kadar sürdü konser. Bilemediniz 1,5 saat kaldık Babylon’da.
Herhangi bir taciz olmadı fakat bazı bakışlar, bazı ufak hareketler.
Mesela Arzu (Adı var! Sadece türbanlı değil!) biten bardağını masanın kenarına bırakmak istediğinde baştan aşağı süzerek sertçe "Bırakın!" diyen adam.
Mesela geçmek için Arzu’dan yol istemek yerine yolunu uzatarak benim yanımdan geçen kadının "Anladınız siz onu..." gülümsemesi.
"Sen dün Babylon’da mıydın?.. Yanında türbanlı kız duran sen miydin?.." sorularını "Evet bendim. Evet, türban benimdi aslında arkadaşım istedi diye verdim. Sabah sabah işin yok mu senin?.." tarzı cevaplarla savuşturdum.
* * *
Türban konusunu konuşmadık. Konumuz bu değildi. Konumuz Marianne Faithfull’du.
Bu yazıyı "Aman ben ne yüce demokrat biriyim" demek için de yazmadım "Vaov! Babilon’da türbanlı, hemen yazayım, ilginç olur" diye de...
Babylon’da kırmızı türbanlı bir kızın, Arzu’nun fotoğrafını çekip önünüze koymak istedim sadece.
Hayat kamusal alan dışında da devam ediyor.
Umarım ileride bu fotoğraflara baktığımızda çoğumuz "Yakışıklı çıkmışım" diyebiliriz.