Chill out tehlikesi

BİR süredir Topesto'ya enteresan bir hal geldi. Ne zaman buna uğrasam evde 'chill out' tarzı birşeyler çalıyor. 'Clubber' tabir edilen kitle için eyvallah, işlevsel olabilir. Rahat dinlendiğini ve rahatsız etmediğini de kabul ediyorum.

Ama kardeşim, sürekli çekilecek bir şey değil ki bu. Bu kadar huzur meraklısı isen, git Leonard Cohen gibi kapat kendini Budist manastırına.

Geçtiğimiz hafta sonu buna uğradım. Sanırsın Ibiza'da Cafe Del Mar'da filanız. Yine öyle şuursuz bakan büyükbaş hayvanları çağrıştıracak kadar huzurlu bir şey çalıyor.

‘‘Ne dinliyorsun?’’ diye sordum. Bir cevap verdi ama zaten tanımıyorum, sormam da saçmaydı.

Biraz kızdırayım diye ‘‘Kitaro'dan İpek Yolu vardı bir de değil mi?’’ dedim.

‘‘Ne alakası var yahu? O bahsettiğin New Age'di. Bu bambaşka bir şey. Bir de sana müzik yazdırıyorlar ya o gazetede. En çok ona şaşarım’’ dedi.

‘‘Gitar sesi duymayalı ne kadar oldu?’’ sorusuna boş bulunup ‘‘Bayağı olmuştur herhalde’’ diye cevap verdi.

Ben de hemen montun cebinden Led Zeppelin'in dördüncü albümünü çıkarıp, aramızda duran sehpanın üstüne salladım. İmana geldi turşu birden. Albümü kaptığı gibi müzik setine koştu... Ruhunu biliyorum. Led Zeppelin dışında hiçbir şey, belki bir Pixies albümü veya The Smiths onu bu kadar heyecanlandırır.

Neyse çocuk, doğru yolu buldu yeniden...

*

‘‘Bana Led Zeppelin dinlettirmeye mi geldin yani sen şimdi?’’ dedi.

Tabii ki böyle bir misyon yüklenmediğimi, ne dinleyeceğinin sadece kendisini ilgilendirdiğini düşündüğümü, güzel evimi terk edip bu sefil eve gelmemin asıl nedeninin sinemaya gitmek için yüce şahsını ikna etmek olduğunu söyledim.

‘‘Filimlerden ne var peki?’’ dedi. ‘‘Sabah şöyle bir baktım. Sinema yazarlarının ilgi göstermediği tek film Örümceğin Öpücüğü. Jet Li oynuyor. Hiçbir şey olmasa, kafa göz patlatıyordur’’ dedim.

‘‘Eyvallah’’ dedi ve ‘‘Örümceğin Öpücüğü’’ne gittik. Tabii ki tel maşaydı. Ama biz tel maşa film seviyoruz zaten. Bridget Fonda'ya nedenini hala bilemediğim bir nedenden dolayı kıl oluyorum. Bu filmde daha da kıl oldum.

Hani ‘‘İlla oynayacağım’’ tarzı oyuncular vardır. Kötü oynasalar da rol kesmeden duramazlar. Bu tam onlardan. Kardeşim, bir aksiyon filminde senin kestiğin rolden kime ne? Kabahat seni ciddiye alıp rol kestiren yönetmende...

Neyse, film bitti çıkıyoruz. Salonun yaş ortalaması bizim sayemizde ancak 15-16 olmuştur. Ortalık velet kaynıyor. Film zevkimiz onlarla uyuşuyor, kime ne?

İçli bir şekilde ‘‘Yahu usta, dikkatini çekiyor mu senin de. Bu çocuklar hiç karate figürü yapmıyor’’ dedim.

‘‘Ben de aynı şeyi düşünüyordum’’ dedi.

Pangaltı Tan Sineması'nın ‘‘üç film birden’’ günlerinde, Bruce Lee'nin gazına gelip az kafamızı gözümüzü patlatmamıştık.

Burada adını vermem uygun olmaz ama bir arkadaşımız hafif tombul bir popoya sahipti. Bir Wang Yu filmi sonrasında, kendisine rakip olarak seçtiği elektrik direğine uçan tekme yapıştırmaya kalkınca pantolon cobort diye yırtılmıştı. O dakika uzak doğu sporlarına merakını yitirivermişti. Ne günlerdi peh, peh, peh!

Neyse işte. Şimdiki çocuklar artık bilgisayar oyunlarında yeterince kana vahşete doyduklarından mıdır, nedir böyle hareketler yapmıyorlar. Manasız ama enteresan bir tespit.

*

Biraz da Pangaltı Tan Sineması'nı, Tunç Büfe'yi andıktan sonra (Şimdi oraya birşeyler yapıyorlar ama nedir anlayamadım. Ne güzeldi Tunç Büfe) dandik marka bir büfede bir şeyler atıştırıp, kahvemize geldik oturduk.

Oturduk diyorum ama Topesto'nun sanırım bir manital durumdan dolayı erken kalkması gerekti. Bir işler çeviriyor da daha çözemedik...

Yanımdaki masaya da benim pek sevdiğim iki hanımefendi geldi. Fakat halleri bir tuhaf. Hani bir kaç ay önce yine sıkıcı bir filmden çıkıp gelen iki arkadaştan bahsetmiştim. Yine onlar işte.

O gün o kadar nasihat vermiştik, bir işe yaramamış. Bu kez Haneke'nin ‘‘Piyanist’’inden geliyorlarmış.

Bir tanesi aynen şu cümleyi kurdu: ‘‘Kendimi dayak yemiş gibi hissediyorum. Ama ruhum değil, resmen bedenim acıyor.’’

Biz kaportacı gibi çalışıp, bir dizi maymunluk yapıp bunları normal hayata döndürmeye çalıştık ama nafile.

‘‘Konusu neydi? Piyanist çok mu kötü çalıyordu?’’ dedim. Bana resmen ‘‘Sen anlatsak da anlamazsın’’ dediler.

Niye anlamayacakmışım, onu anlamadım. İnad ettim, cumartesi günü bütün gücümü toplayıp ‘‘Piyanist’’i seyretmeye gideceğim. ‘‘Piyanist’’le ilgili düşüncelerimi de haftaya mı yazarım, sonsuza dek susmayı mı tercih ederim, şimdiden bilemem.
Yazarın Tüm Yazıları