MESUT Yılmaz, 1996’da muhalefet lideri olarak Susurluk kazasıyla yakından ilgiliydi.
Bu dönemde konuyu gündemde tutmak, devletin, özellikle de Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde yapılanların hesabının sorulması için ciddi çaba sarf etti. Aynı Mesut Yılmaz, 28 Şubat süreci sonrası istifa etmek zorunda kalan Necmettin Erbakan’ın yerine Başbakan olduğunda, daha önce yapılmamış (ve sonra da bir daha yapılmayacak) olanı yaptı, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nu Susurluk skandalını bütün boyutlarıyla araştırması için görevlendirdi. Konuyla bizzat Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun başkanvekili Kutlu Savaş ilgilendi, devletin bütün arşivlerine girdi. Hatta Milli İstihbarat Teşkilatı Savaş’ı arşivine sokmayınca bizzat Başbakan Yılmaz MİT’e gitti, bir bütün gününü orada geçirdi ve Kutlu Savaş’ın istediğini almasını sağladı. Neyse en sonunda Kutlu Savaş’ın her bakımdan büyük ifşaatlarla dolu raporu ortaya çıktı. Başbakan olarak Mesut Yılmaz bu noktada da büyük bir hizmet yaptı, raporu küçük bazı sansürler dışında kamuoyuyla paylaştı, hatta raporu tartışan TV programlarına çıktı, geçmiş dönemi yargıladı. Ama oraya kadar. Rapor ve daha da önemlisi raporun eklerinde yer alan 10 klasörlük belgeler hiçbir zaman yargıya intikal etmedi. Başbakan olarak Mesut Yılmaz Başbakanlık Teftiş Kurulu’na verdiği ‘araştırma’ talimatını ‘soruşturma’ya çevirse, yazılan rapor hukuki sonuçlar doğuracaktı, bunu da yapmadı. O gün bugündür benim gibi birkaç deli hâlâ bu 10 klasörlük belgelerin peşinde. Çünkü Kutlu Savaş’ın raporunda bazı çok önemli siyasi içerikli faili meçhul cinayetler hakkında çarpıcı bilgi ve tespitler yapılıyordu. Bu bilgi ve tespitler aynı cinayetleri soruşturan savcılıkların elinde yoktu örneğin. Şimdi Ayhan Çarkın isimli polis tetikçisi sırf Mehmet Ağar’ı zor durumda bırakmak için konuşmaya başladı diye aynı konu yeniden gündeme geldi. Mesele şu: İlki Diyarbakır’daki meşhur Vedat Aydın cinayeti olmak üzere onlarca, yüzlerce, hatta binin üzerinde cinayet işlendi bu ülkede, ‘PKK ile mücadele ediliyor’ kisvesi altında. Bu cinayetlerde vur emirlerini kim veya kimler verdi? Kimin öldürüleceği kimin hayatta kalacağı, kimden fidye isteneceği nasıl belirlendi? Dönemin siyasi sorumluları ile uygulama sorumluları bu işlere nerelere kadar dahil oldular? Bu soruların hiç değilse bazılarının cevapları o 10 klasörde saklı. Burası eğer bir hukuk devletiyse, yasalarımızın devlet memurlarına suç olan işleri gördüklerinde veya saptadıklarında bundan adli mercileri haberdar etme sorumluluğu yüklediğini unutmayalım. Ve yine burası hukuk devletiyse, hukukun üstünlüğü geçerliyse, yargıçların veya mahkemelerin yerine geçip birilerini yargılamadan vareste tutma veya beraat ettirme yetkisi hiçbir Başbakanda yoktur. O 10 klasörü saklayanlar, sadece vicdani değil aynı zamanda hukuki bir vebal altında da kalırlar. Normal şartlarda o 10 klasörün hala Başbakanlık arşivlerinde duruyor olması lazım. Bugünün başbakanına düşen görev, o 10 klasörü savcılıklara göndermektir, başka bir şey değil. Yakınları öldürülmüş aileler bir cevap arıyorlar. Bu uğurda ömür tükettiler. Ve o cevaplar belki de Başbakanlığın arşivlerinde kuzu kuzu yatıyor. Evet, bu bir hukuk devleti olma sınavı.
Sen Anayasa’yı koru, Anayasa halkı da devleti de korur
BİR zamanlar kitapları milyonlar satan bir yazardı Tom Clancy, epeydir bir şey yazdığı yok. İdeolojik olarak Amerikan yeni sağına dahildi, benim bile ilgiyle okuduğum siyasi macera romanları vardı, bunların birkaçı film de oldu. Clancy’nin romanlarının çoğunun kahramanı Jack Ryan isimli CIA analisti bir akademisyen. Romanların akışı sonunda Ryan Amerika’ya Başkan bile oldu. İki deli Japon pilot, kullandıkları 747’yi Washington’da Kongre binasını hedefleyip düşürdü. (Roman 11 Eylül’den önce yazıldı.) Bu yüzden Ryan da Başkan yardımcısı olduktan birkaç saat sonra Başkan olarak yemin etmek durumunda kaldı. Amerikan Başkanları yeminlerinde anayasayı koruyacaklarına söz verirler. Tam bu yemini edip bitirdikten sonra, o anki kaosun da etkisiyle Ryan, ‘Halkı korumam lazım’ gibisinden bir laf eder. Hemen Beyaz Saray Genel Sekreteri onu durdurur, ‘Hayır’ der, ‘Senin işin Anayasayı korumak. Halkı ve devleti Anayasa korur.’ Bu anektot hep aklımdadır. Çünkü bana göre önemli bir farka işaret eder. Hukuk devleti olmak, hukukun üstünlüğünü kabul etmek demek, kişilerin gelip geçici hukukun ise kalıcı olduğunu kabul etmek demektir aynı zamanda. Bizde maalesef bir takım siyasetçiler, yüksek bürokratlar, askerler hep ‘devleti’ koruma sevdasındadır. Oysa Anayasayı korumaları gerekir ve Anayasanın da hem halkı hem de dolayısıyla devleti koruması. Kutsal devlet anlayışıdır biraz da bizi demokrasiden, hukuk fikrinden bu kadar uzağa düşüren şey.