SALI günü bu köşede, TÜBİTAK’ın Türkiye’nin yegane temel bilimler enstitüsü niteliğindeki Feza Gürsey Enstitüsü için ölüm fermanı niteliğinde gördüğüm kararını eleştirdim. Hemen o gün TÜBİTAK’tan bir açıklama geldi.
Enstitünün kuruluşundan itibaren tarihinin, Prof. Dr. Erdal İnönü’nün FGE’de oynadığı önemli rolün, onun çizdiği vizyonun anlatıldığı açıklamada, enstitünün bugün neden yeniden Gebze’ye taşındığına ilişkin hiçbir şey söylenmiyor. Açıklamada söylenen, FGE’nin 1996 yılında Boğaziçi Üniversitesi ile yapılan protokol sonucu Gebze’den Kandilli’ye geldiği, bugün protokolün süresi dolunca da yeniden Gebze’ye taşındığı... Gebze’deki kampüs, kuşkusuz TÜBİTAK’ın ve Türkiye’nin gurur duyduğu bir kampüs. ‘Kandilli iyidir, Gebze kötüdür’ gibi bir argüman saçma olur.
Ancak öte yandan, Kandili ve Boğaziçi de iyi bir kampüs. Burada hatalı olan, TÜBİTAK’ın protokolü uzatmak için Boğaziçi Üniversitesi ile herhangi bir görüşme yapmak bir yana, FGE’yi taşırken bu üniversiteye bilgi bile vermemiş olması. Sadece Boğaziçi de değil, FGE yönetim kurulu da TÜBİTAK’ın kararını bir tebligatla öğrenmiş, bu karar öncesi onlara ne danışılmış ne de bir karar istenmiş. Hal böyle olunca da, aslında konuştuğumuz şey, bir bilim kurumunun bir iyi üniversite kampüsünden bir başka iyi kampüse taşınmasının ötesinde bir şeye dönüşüyor. Mesele, Türkiye’nin temel bilimler alanındaki gelişmesini emanet ettiğimiz bilim insanlarına hangi evde oturacakları konusunda hiçbir inisiyatif vermemek, onların morallerini veya çalışma şevklerini veya bilim yaratma ortamlarını hiç düşünmeden, onları sanki birer çocukmuş gibi kendi haklarında karar veremez insanlar konumuna indirgemek. Kısacası bilim insanına saygısızlık, bir anlamda bilime saygısızlık, tepeden inmecilik, katı bir askeri disiplinle merkezi bir kafayla bilim yaptırmaya kalkışmak... Hep şikayet edilen ‘YÖK kafası’nın TÜBİTAK’ta da olduğunu görmek, benim için şaşırtıcı oldu. Ben TÜBİTAK’ı hep bir ‘kurtarılmış bölge’ ve bir ‘vaha’ gibi görürdüm, demek sonunda orası da Türkiye’nin geri kalanına benzedi.
Dünkü Radikal’de, Türkiye’nin ilk ‘bilim bakanı’ Nihat Ergün’ün FGE ile ilgili olumlu sözlerini okudum, ‘Karar gözden geçirilebilir’ dediğini gördüm. Bu olumlu bir gelişme olmakla birlikte, meselenin sadece bir taşınmadan ibaret olmadığını, bilim üreten insanlara yönelik temel bir bakış açısı sorununun bulunduğunu hatırlatmak isterim. Amerikalıların güzel bir sözüdür: Arızalı değilse tamir etme! FGE’de ‘arızalı’ olan neydi ki TÜBİTAK kendi başına tamire girişti? Keşke TÜBİTAK bunu da açıklasa da öğrensek... Yoksa bir arıza yok muydu?
Hâlâ ‘Bizde ırkçılık yoktur’ diyor musunuz?
HİÇ bu konuya girmeyecektim ama kendimi tutamadım. Kürt şarkıcı Aynur, geçen hafta İstanbul’da İstanbul Caz Festivali kapsamında verilen bir karma konserde yuhalandı. Şarkıcının yuhalanma sebebi şarkılarını Kürtçe söylüyor olmasıydı. 40’lı yılların faşizminin ‘Vatandaş Türkçe konuş’ kampanyalarının hortlamış hali gibiydi. Ardından, her konuda olduğu gibi gazete köşe yazarları da iki bloka ayrıldı. Bir grup, ‘Yahu bir tanecik de Türkçe söyleyiverseydi ya’ diyerek kendilerince ortayolculuk, uzlaştırıcılık oynamaya başladı. Aynı talep, mesela birkaç hafta önce İstanbul’da konser veren Elton John’a da yapılmış mıydı? Bırakın Sir Elton’ı, Aynur’la aynı konserde yer alan ve mesela İngilizce, mesela Portekizce şarkılar söyleyenlere, ‘Sen de bir Türkçe şarkı söyle’ denmiş miydi, denebilir miydi, demek ne kadar mantıklı olabilirdi? Peki neden Portekizce veya İngilizce değil de Kürtçe söylenince yuhalanıyor? Ve bazı meslektaşlarımız neden yuhalayanlarla hemen empati kurma, onların yuhalama gerekçelerini meşrulaştırma çabasına giriyor? Lafı dolandırmaya gerek yok, yapılan açık bir ırkçılık. Beyaz Türk, mavi Türk, siyah Türk fark etmiyor, bizi birleştiren şey, içimizdeki o ırkçılık. Hepimizin (ben dahil) bir yerinden fırlayıveriyor ırkçılık. Aramızdaki fark, bazılarımız yaptığının veya daha iyisi yapmayı aklından geçirdiğinin ırkçılık olduğunun farkına varıyor, yapmıyor. Bazılarımız ise farkına varmıyor, hatta kendini haklı sanıyor, yapmaya da devam ediyor. Ben söylemeye devam ediyorum: Türkiye’de yaşayanların çok ciddi bir sorunu ırkçılık. İçimizdeki bu ırkçılıkla mücadele etmezsek, yarın çok geç olabilir.
İstanbul Festivali’ni ‘çantada keklik’ görmeyin
İSTANBUL Kültür Sanat Vakfı İKSV, İstanbul’da çok sayıda sanat festivali düzenliyor. Benim gibi yaşı 80’lerin başındaki festivalleri de hatırlamaya yetenler için olağanüstü bir başarı İKSV’ninki. O yılların ‘İstanbul Festivali’ kendi içinden Sinema Festivali’ni, Caz Festivali’ni, Tiyatro Festivali’ni ve elbette Müzik Festivali’ni doğurdu. Bugünkü seviyeye nasıl bir öldürücü çabayla gelindiğini kıyısından köşesinden bilen benim gibilerin sayısı çok az. Festivali severek beğenerek izleyen onbinler, arkada yatan bu çabanın çok farkında değiller, onlar her yıl önlerine gelen programa bakıyor, kendilerine konser veya gösteri seçiyorlar. Oysa bilmeliyiz ki bu festivalin her yıl yapılacak olması öyle garantili, öyle çantada keklik bir şey değil. Arkada inanılmaz bir emek ve para var. O para da, öyle bilet ücretlerinden falan değil daha çok vakfın aldığı bağışlardan ve sponsorluk gelirlerinden geliyor. Gelecek yıllarda da festivali olsun, güzel konser ve gösteriler izlesin isteyenlere tavsiyem, İKSV’ye bağışta bulunmaları. Bunun en güzel yolu da Lale Kart’lardan almak. Festivalimiz yaşasın diye hepimiz İKSV’ye destek olmalıyız.