Paylaş
Böyle hassas olduğu için zamanında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nin ‘gizli’ yönetmeliğini Radikal’in bugünkü Ankara Temsilcisi Deniz Zeyrek elde ettiğinde bir an bile tereddüt etmeden Radikal’de yayınlama kararı vermiştim.
O yönetmelik, vatandaşa karşı yürütülecek psikolojik harekatı ‘kanuni’ sayıyordu. Bugün dahi bilmediğimiz kim bilir daha nice ‘gizli’ yönetmeliğimiz, genelgemiz var, vatandaşa karşı yapılan psikolojik harekat başta olmak üzere bir sürü demokrasi dışı uygulamayı ‘kanuni’leştiren.
Bizim devletimizin ve devleti yöneten siyasetçinin temel iç güdüsü, vatandaşı güdülmesi gereken koyun gibi görmek ve onu yönlendirmek olduğu için, psikolojik harekat neredeyse gündelik bir uygulama ve daha derinde de ideolojik endoktrinasyon hepimizin hayatının, hepimizin beyninin yaşam boyu ayrılmaz parçaları.
* * *
Devletin beynimize çocukluğumuzdan itibaren yerleştirdiği resmi ideoloji öyle bir şey ki, çoğu zaman başka türlüsünü düşünemiyoruz, kazayla aramızdan düşünen birileri çıkıp bunu söylediğinde de, ona en hafifinden ‘deli-marjinal’, en ağırından da ‘yıkıcı-bölücü-terörist’ gözüyle bakıyoruz.
O bakımdan, internet andıcı davasında yargılananların neyle suçlandıklarını ve neden yargılandıklarını anlayamamaları veya İlker Başbuğ’un, ‘Emrimde 700 bin kişilik dünyanın sayılı ordularından biri varken darbeyi neden bu yolla yapayım ki’ diye sorması son derece normal.
Ancak bir de bunun tam tersi durum var: İlker Başbuğ tutuklandı diye memlekette demokrasi gelişti, ilerledi sanmak.
Böyle sananlara hemen cevabı vereyim: Hayır, Başbuğ tutuklandı diye demokrasimiz ilerlemedi.
Kimsenin tutuklanması arzu edilecek bir şey değildir ve ayrıca tutuklama çok ileri bir tedbirdir. Kendi ayağıyla adliyeye gelip ifade veren bir insanın bence tutuklanması o kadar da doğru bir davranış değil. Yasalarımız tutuklama yerine geçecek başka çok sayıda tedbiri öngörüyor. (Bu durum kuşkusuz sadece Başbuğ için değil, halen tutuklu yargılanan veya yargılanmayı bekleyen pek çok şüpheli için de geçerli.)
Burada demokrasinin ilerlemesi bakımından önemli olan, Başbuğ’un tutuklanması değil, resmi makamlarca halka ve hükümete karşı yapılmış bir psikolojik operasyonun yargılanıyor olmasıdır.
* * *
Ama aslına bakacak olursanız, demokrasinin ilerlemesi bakımından tek başına bu da sembolik bir anlam taşımanın ötesinde bir şey ifade etmez. Çünkü dediğim gibi, bugün ve bu an itibarıyla devletimizin hükümetin bilgisi dahilinde veya değil, bize hangi endoktrinasyonları yapmakta olduğunu, hangi psikolojik harekatların hedefi olduğumuzu bilmiyoruz.
Demokrasimiz ilerleyecek, sahiden hedeflendiği gibi ‘ileri demokrasi’ olacaksa, en önce devletimizin ideolojiden arınması ve biz vatandaşlarına ideoloji vazetmekten vazgeçirilmesi gerek.
Bu ise uzak hem de çok uzak bir hayal gibi duruyor. Çünkü ‘devletin ideolojiden arınması’ derken kastedilen yegane ideoloji, bazıları ısrarla öyle söylese de, Atatürkçülük ve onun özel bir yorumu değil.
Hukuksuz demokrasi olmaz!
ESKİ Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a isnat edilen suç, Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesinde ifadesini buluyor: ‘Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.’
İlker Başbuğ da, tutuklanma talebiyle çıktığı mahkemede, mealen ‘Benim emrimde 700 bin kişilik ordu vardı, darbe yapacak olsam onunla yapardım’ diyor.
Savcı mı haklı, Başbuğ mu? Buna karar verecek olan biz değiliz ama insanın aklına bu soru ister istemez geliyor.
Yasa maddesinde dikkat etmemiz gereken kelime ‘teşebbüs’ kelimesi.
Savcı, Genelkurmay Başkanlığı tarafından kurulup işletilen ve içerikleri sağlanan internet sitelerinin bir süre sonra ‘hükümeti ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye’ yönelik cebir ve şiddet de içeren bir ortamı oluşturmak amaçlı olduğunu düşünüyor. Yani, bu internet sitelerinin kurulup oradan yayın yapılıyor olması, ‘teşebbüs’ oluyor savcıya göre.
Buradan baktığımızda, internet andıcı davası ile diyelim OdaTV davası arasında benzerlikler olmaya başlıyor.
Oysa öyle değil. Bu iki dava tamamen ayrı kategorilerde davalar.
Birinde (OdaTV) yargılanan ifade özgürlüğünün sınırları, bu özgürlük kullanılarak darbeye ortam hazırlandığı iddiası.
Diğerinde (internet andıcı) yargılanması gereken ise ‘Kamu kurum ve kuruluşlarının emirlerindeki hükümet aleyhinde propaganda yapıp yapamayacağı, bir ordunun kendi halkına karşı ve kendi hükümetini karalayamaya dayalı psikolojik savaş yürütüp yürütemeyeceği, bir psikolojik harekat yardımıyla darbe olması için ortam yaratmaya çalışıp çalışamayacağı’ olmalı. Ama öyle değil. Bakıyorsunuz, internet andıcı davasında da savcı OdaTV davasındakilerle neredeyse aynı sevk maddelerini (TCK 312, 314 vb) kullanıyor.
Sakın bu söylediklerimden savcıların yanlış dava açtıklarını iddia ettiğim sonucu çıkmasın. Savcı, kendince kuvvetli suç şüphesi görüyor, ceza kanununu açıyor, karşısına bu maddeler (312 vb) çıkıyor.
Yasa yapıcının, üstelik de 2004 gibi daha oldukça yakın bir zaman önce devlete karşı işlenecek suçların sadece vatandaşlar tarafından işleneceğine inanması ve ceza hukukunu buna göre düzenlemesi nasıl yorumlanmalı acaba?
Oysa, bizim ‘Anayasal düzenimizi yıkan’ bütün gerçek ve etkili saldırıların bizzat devlet içinden, devlet kurumlarından geldiğini hepimiz biliyoruz.
Hukuksuz demokrasi olmaz. Devletin kendini hukukun dışında ve üstünde gördüğü rejimlerin adı demokrasi olmaz.
Paylaş