Paylaş
Görebildiğim iki ana tutum var.
Birincisinde, İslam’ın kendisi içeriden eleştiriliyor. Bu eleştirilerin bazıları ‘İslam düşmanlığı’ sayılabilecek noktalara kadar uzanıyor, şiddetten inancın kendisinin sorumlu olduğunu öne sürüyor.
İkinci ana tutum ise sorumluluğun tümüyle Batı’da olduğunu söylüyor, ‘Batılı ülkeler Müslümanlara öyle davranmasaydı sonuçları böyle olmazdı’ demeye getiriyor.
Bu iki tutum da kimi doğrulara değinmekle birlikte tam olarak olan biteni ortaya koymakta yetersiz kalıyor. Hatta yetersizliğin de ötesinde, olan biteni bize izah etmekten çok olanlara mazeret üretiyor.
Elbette 200 yıla varan Batı sömürgeciliğini göz ardı edemeyiz. Elbette Batı’daki İslam düşmanı söylemin özünde yüzyıllardır değişmediğini görmeliyiz. Ve elbette nüfusu ağırlıkla Müslüman olan ülkelerin dünya refahından aldıkları payın çok düşük olduğunu unutmamalıyız.
Peki bütün bu gerçekler, bazılarının İslam adına sanki homojen bir şeymiş gibi ‘Batı’ya karşı bir terörist savaş başlatmasını Müslümanların gözünde meşru kılar mı? Ve aynı sorunun tersi: Birilerinin Batı’ya karşı terörist bir savaş başlatmış olması, Batı’nın sanki karşısında homojen bir ‘İslam dünyası’ varmış gibi davranmasını meşru kılar mı?
Bu sorulara yansıyan tartışmayı sonsuza kadar yapabiliriz; galiba bizim televizyonlarımızda bu konu uzunca bir süre de tartışılacak.
Ancak bu tartışmayı yürütmek bizi bir yerden bir yere götüremez, çünkü bu tartışmayı yapmak demek sebepleri değil sonuçları tartışmak demek.
Bizi böyle ucu açık ve hiçbir yere vardırmayan tartışmalar yapmaya yönelten sebeplerden biri, daha geçenlerde açıklanan ‘Times Higher Education’ sıralamasında, sıralamanın yapıldığı altı eğitim kategorisinden sadece ikisinde ilk 100’de ‘İslam âlemi’nden sadece bir üniversitenin yer alabilmiş olması olabilir mi?
Bakın, Türkiye ve Hindistan dahil Müslüman nüfusun yoğun yaşadığı ülkelerden tek bir üniversite bile beşeri bilimler; sağlık bilimleri; sosyal bilimler ve fizik hariç temel bilimler kategorilerinde dünyanın en iyi 100 üniversitesinden biri olamamış. Oysa dünya nüfusunun yarıya yakın kısmından söz ediyoruz. Sadece iki dalda, Türkiye’den Ortadoğu Teknik Üniversitesi ilk 100’e girebilmiş. ‘Mühendislik ve teknoloji’de 99, fizikte 67. sıradan. (Daha önce yazdım, Nature dergisinin bilimsel çıktıya bakan 200 üniversitelik listesinde ‘İslam âlemi’nden tek bir üniversite bile yok.)
‘İslam âlemi’ Kuran-ı Kerim’in hangi yorumunun daha doğru olduğuna harcadığı enerjinin bir benzerini kendi halkına eğitim vermekte harcasa, yazının başındaki tartışmayı hiç yapmıyor olurduk.
Tam bu noktada ‘geri kalmışlık-geri bırakılmışlık’ tartışması açmak isteyenler olacaktır. Hemen söyleyeyim bu da faydasız bir tartışma. Çünkü bu ülkeler değişik seviyelerde sömürge bir geçmişten gelmelerine rağmen oldukça uzun zamandan beri bağımsızlar ve kendi kendilerini yönetiyorlar.
Tercih hakkı sorulan hiçbir halk daha fakir olmak veya fakir kalmaya devam etmek istemez. O yüzden, ‘İslam âlemi’nin kendi içinde yapması gereken ikinci önemli tartışma, ‘iyi yönetim-iyi yönetişim’ tartışmasıdır.
Biz Türkiye’de görece daha iyi yönetişim altında ve daha iyi eğitim alıyor olmamıza rağmen bu iki konuyu sürekli tartışıyoruz; nüfusu Müslüman ağırlıklı ülkelerin gündemi bu olmalı: Kalkınma ve iyi yönetişim.
‘Külliye’ güzel, bir de ‘çalışma ofisi’ni düzelttik mi tamamdır...
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, üniversite ‘kampus’larına ‘külliye’ denmesini önerdi.
Geçmişte Türk Dil Kurumu, ‘kampus’ karşılığı olarak ‘yerleşke’ kelimesini önermişti; sanıyorum ODTÜ dışında hiçbir üniversitenin ‘yerleşke’si olmadı, hep ‘kampus’ kullanıldı.
Bence ‘külliye’ de denebilir.
Hazır eli değmişken Cumhurbaşkanı bir de şu ‘çalışma ofisi’ lafını kınasa çok sevineceğim. ‘Çalışma odası’ demek dururken hâlâ gazetelerimiz, televizyonlarımız ‘Erdoğan’ın çalışma ofisi’ demeye devam ediyorlar. Sanki ‘dinlenme ofisi’ veya ‘eğlenme ofisi’ diye bir şey olurmuş gibi...
Buna benzeyen bir de ‘kapalı spor salonu’ kalıbımız var; sanki salonun açığı olurmuş gibi. Şuna ‘spor salonu’ desek ya?
Dahası da var: Soru-cevaptan ibaret yazı tarzına ‘röportaj’ demeye devam ediyoruz, eski Türkçesiyle ‘mülakat’; yeni ve güzel Türkçesiyle ‘söyleşi’ demek varken.
Sonra, ‘aldığım duyumlara göre’ diyenler var bolca; ‘duyum’ zamanında TDK’nın İngilizce ‘sense’ kelimesine karşılık önerdiği bir kelime, konunun ‘kulağıma çalınan şey’ veya ‘istihbarat’la bir ilgisi yok... ‘Duyduğuma göre’ demek yeterli.
Paylaş