Dış politikada denge

TÜRKİYE geleneksel olarak tek eksenli bir dış politikaya bel bağlamamış, her zaman bir denge arayışında bulunmuştur. Atatürk’ün siyaseti de esasen aynı yöndeydi.

Milletler Cemiyeti’nde Türkiye, özellikle Faşist İtalya’ya karşı cılız dahi olsa ortaya çıkan tepkilere destek vermiş, Balkan ve Sadabad paktlarını imzalamış, Batılı demokrasilere daha yakın olmuş; fakat aynı zamanda Sovyetler Birliği ile komünist rejimin elverdiği ölçüde iyi ilişkiler yürütmüştür.

* * *

İkinci Dünya Savaşı’nda İsmet İnönü, İttihat ve Terakki’nin çılgınlığının Birinci Dünya Savaşı’nda ülkeyi nasıl bir felakete götürdüğünün bilinci içinde, dáhiyane bir denge politikasıyla Türkiye’yi savaş dışında tutmuş, savaştan sonra da şimdi bazılarınca küçümsenen Sovyet tehdidine karşı ABD ile NATO’ya katılmakla sonuçlanacak bir işbirliğini başlatmıştı.

Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu 27 Mayıs’tan önce Sovyetler Birliği ile ilişkileri yeni bir zemine oturtmak amacıyla Moskova’ya gitmeye hazırlanıyorlardı. 1964’ten itibaren Sovyetler’le oldukça önemli bir ekonomik işbirliği başlatıldı. Siyasi bakımdan da ilişkilerde belirli bir düzelme gerçekleşti.

Sovyetler’in, Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’in Moskova ziyareti sonunda yayımlanan ortak bildirinin Kıbrıs paragrafına "Kıbrıs Türk toplumu"ibaresinin konmasına razı olması, o zaman büyük bir başarı olarak karşılanmıştı! O tarihten beri Kıbrıs konusunda katettiğimiz mesafeyi düşünürsek "Kıbrıs elden gitti, gidiyor" feryatlarının ne kadar geçersiz olduğunu daha iyi anlarız.

* * *

Menderes
hükümetinin büyük hatası, Ortadoğu’da Bağdat Paktı çerçevesinde Arap milliyetçiliğine karşı bir politika gütmesi olmuştu. Tabii bu yola ABD ve İngiltere tarafından zorlandığımız kanaatinin yaygın olduğunu biliyorum. Doğru değil, biz de kraldan fazla kral taraftarlığı yapıyorduk.

1960’larda Demirel hükümeti, Ortadoğu’da denge politikasına geri dönmeyi başardı. Özal da Soğuk Savaş sonrasının riziko ve fırsatlarını iyi değerlendirmeyi bildi.

Peki bugünkü durum nedir? Bugün de gerçekte aynı politika amaçlanıyor; fakat Soğuk Savaş sonrasının siyasi koşulları, küreselleşme olgusu, 11 Eylül sonrasının ortamı, AB üyelik süreci ve Ortadoğu krizleri, stratejik tercihleri güçleştiriyor. İç siyaset belki her zamandan fazla dış politikayı etkiliyor ve kısıtlıyor.

Dini inançlar ve din kültürü, politik algılamaları ve tepkileri şekillendirirken inzivacı milliyetçilik dürtüsü dış politikanın esnekliğini ciddi surette engelliyor. Denge kavramının yerine alternatif kavramı geçmeye başladı. Örneğin, Rusya ve İran ile işbirliği, AB sürecini tamamlayan ve güçlendiren bir unsur iken AB’ye alternatif olarak değerlendiriliyor ve yüceltiliyor.

Öncelikler unutuluyor. AB süreci, yalnızca Kıbrıs meselesi yüzünden değil, Kopenhag kriterlerinin uygulanması alanındaki ciddi eksiklikler yüzünden zorda. ABD ile ilişkilerde bazı olumlu gelişmeler varsa da tam bir karşılıklı anlayış olduğu söylenemez. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün 5 Temmuz’da Washington’a yapacağı ziyaret, artık politik vizyonlar arasında bir uyum sağlamalıdır. Bu uyuma sadece üzerinde çalışılan belgenin imzalanmasıyla varılamaz. Uygulamada iki tarafın da ona uyması gerekir.

* * *

AB’ye gelince, sürekli bir kriz ortamı ve gittikçe sertleşen söylemlerle sonuç almak mümkün değildir. AB politikamızı, onu etkileyen sorunları ve tutumları çok kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız.

Belki, bu değerlendirme sonunda, bugünkü kilitlenmeyi aşmak için, müzakere sürecinin bir, bir buçuk yıl askıya alınmasını veya yavaşlatılmasını biz talep etmeyi ehveni şer olarak görürüz.

Cumhurbaşkanı seçiminden ve genel seçimlerden sonra sorunların daha rahat ele alınması mümkün olabilir. AB de bu arada Türkiye’ye karşı siyasetini yeniden değerlendirebilir. Onun da ikircikli politikasına artık son vermesi zamanı gelmiştir.
Yazarın Tüm Yazıları