KISITLAMANIN ETKİSİ EN AZ 1 HAFTA SONRA...
Vaka sayılarındaki azalma için Mehmet Hoca henüz umutlu konuşmuyor. Kısıtlamanın etkisinin bir haftadan sonra görülmeye başlanacağına dikkat çeken Mehmet Ceyhan, Türkiye’de belirtisi olanlara test yapıldığını yani tarama yönetiminin tercih edilmediğini hatırlattı. Mehmet Hoca, Sağlık Bakanı Koca’nın, “Test sayısının düşmesi vaka sayısının düşmesinin sebebi değil sonucudur” sözünü ise şöyle değerlendirdi:
“Hastalık gençlerde ve çocuklarda yaygın. Üstelik çoğu belirtisiz geçiriyor. Türkiye’de belirtisi olmayanlara test yapmıyoruz. Tarama yöntemi tercih edilse vaka sayısındaki artışı görürüz. Kısıtlı test yapıldıkça, vaka sayısı az çıkar.”
İKİ KRİTİK TARİH
Mehmet Hoca’ya göre Türkiye’nin salgınla mücadelesinde önünde iki kritik tarih var:
18 Mayıs
18 Haziran (Haziran ayının ortaları)
18 Mayıs’ta kapanma son bulacak. Eğer kontrolsüz bir biçimde tersine göç görüntüleri ortaya çıkarsa yani memleketlerine ya da sahillere gidenler şehirlerine kontrolsüz dönerse ve Türkiye tüm kısıtlamaları kaldırır yani birden açılırsa, haziran ayı ortalarında vaka sayıları yine artacak.
DEVLETİN SORUMLULUĞU
Vatandaşa düşen sorumluluk kadar devlete düşen sorumluluk da var. Biri diğerinden az değil, önemsiz hiç değil. An itibarıyla devlete düşen en büyük sorumluluk aşılama... Hızlı ve yaygın aşılamanın ülkelerdeki olumlu etkilerini ekranlardan hayıflanarak seyrediyoruz. Aşı tedariği ile ilgili kafa karıştıran tüm açıklamalara rağmen, devlet bu 17 günü ne yapıp edip, aşılama için bir fırsata çevirmek zorundadır. Diplomasiyi, gücünü, bağlantılarını kullanarak mutlaka tedarik sağlamalı ve bir kampanyayla aşılama hızlandırılmalı, yaygınlaştırılmalıdır. Diğer yandan vefat ve vaka sayılarındaki azalma ve aşılama kadar, kapanma sürecinin sonunda yeniden nasıl açılacağımız da önemli bir konudur. Bir anda açılmanın yarattığı sorunları iki yıldır yaşıyoruz. Salgının dalgaları çekilmiyor, bitmiyor. Bir anda açılmak bir süre sonra yeni bir dalga, yeni ölümler getiriyor. Özellikle aşılamada olması gereken hızın tedarik sorunları nedeniyle yakalanamama ihtimali var ise yeniden açılma bu kez bilim insanlarının da katkısıyla bir stratejiye, bir kademelendirmeye mutlaka dayandırılmalıdır.
KAPANMA MI? GÖÇ MÜ?
TAM kapanma açıklamasının ardından ortaya çıkan görüntülerin ne yazık ki hepimize olumsuz dönüşleri olacak. Üç gün boyunca tıka basa dolu marketler, kuyruklar, omuz omuza geçilen sokaklar, virüsün şehirlerarası kitlesel yolculuğu... Marketlerin, bakkalların, eczanelerin belirlenen saatlerde açık olacaklarının açıklanmasına rağmen, akın akın alışverişe gidilmesi doğru bir hareket midir? Ya da kitlesel göç görüntüsü veren şehirlerarası yolculuklar doğru mudur? Bu kapanmanın temel amacı salgınla mücadele etmek ve vaka sayılarını azaltmak olduğuna göre, devlet şehirlerarası yolculuk kısıtlamasını tam kapanma açıklaması ile hayata geçirse, daha doğru olmaz mıydı? Türkiye’deki her ilin kırmızı olduğunu söyleyerek “Ne fark eder canım” ya da “Metrolarda zaten her gün böyle kalabalık var” diyenleri de hayretle karşılıyorum. Aşılama henüz belli bir aşamaya gelmemişken, metrolardaki o kalabalık da şehirlerarası kitlesel virüs göçü de okuduklarımıza, dinlediklerimize, işin uzmanlarının söylediklerine ters. Virüsün Hindistan varyantını İstanbul’dan Kars’a, Edirne’ye, Ege’ye taşımanın sakıncaları gayet açık ortada.
LOTUS ÇİÇEĞİ
EĞER
Biden’ın 1915 olaylarıyla ilgili açıklaması talihsiz, yersiz, siyaseten ve hukuken sorumsuz bir açıklamadır. Tarihçilere göre de ABD Başkanı’nın 1915 olaylarını ‘soykırım’ olarak tanımlamasının tarihsel ve hukuksal hiçbir karşılığı bulunmamaktadır. Türk-Amerikan ilişkileri derin bir yara almıştır. Ancak bazı kesimlerin “İncirlik kapatılsın, tepki böyle olmaz, şöyle olur” gibi çağrılarına rağmen hem soğukkanlı olmakta her zaman fayda var, hem de zamanın ruhu ve gerçekler doğrultusunda hareket edilmesi şarttır. Edindiğim izlenim o ki, Ankara da zaten böyle bir yolda. Unutmayalım Almanya’dan Avusturya’ya, Bulgaristan’dan Lübnan’a, Rusya’ya, çok sayıda ülke 1915 olaylarını parlamentoları ya da hükümetleri aracılığıyla zaten soykırım olarak tanıdı. Şimdi bu uzun listeye bir de ABD eklendi. ABD açıklamasının da diğerlerinden farklı bir sonuç doğurmayacağı ortada.
NE KONUŞTULAR?
Bu tespiti yaptıktan sonra 23 Nisan’daki yani Biden açıklamayı yapmadan bir
gün önceki telefon konuşmasına geçelim. Biden, ABD başkanlık koltuğuna oturduktan sonra Erdoğan ile ilk görüşmesini aslında “soykırım” ifadesini kullanacağını söylemek için ve bunun iki ülke arasında kaldırılamaz bir hasara neden olmasını engellemeye yönelik gerekli girişimleri yapmak için kullandı. Telefonda önceliği yüz yüze görüşmeye verdi. Önce 14 Haziran’da Brüksel’de toplanacak NATO liderler zirvesinde hem işbirliği alanlarını hem de sorunlu başlıklara yönelik diyalog stratejisini ikili bir görüşmede ele almak istediğini söyledi. Bu “iyi haber”den sonra da asıl meseleye geçti. 24 Nisan açıklamasında “soykırım” ifadesini kullanacağını ancak bunu Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilendirmeyeceğini anlattı. Hem bu görüşmede hem de Biden-Erdoğan görüşmesinin ardından başka seviyelerde yapılan görüşmelerde; Başkan’ın İstanbul için “Konstantinopolis”i kullanmasının gerekçesi olarak; “Türkiye Cumhuriyeti’ni konunun dışında bırakarak Osmanlı İmparatorluğu’nu sorumlu tutmak” gösterildi.
‘SEÇİM VAADİM, KENDİMLE ÇELİŞEMEM’
ABD Başkanı bir gün sonra kullanacağı “soykırım” ifadesinin gerekçelerini de sıraladı. Seçim vaadi olduğunu, 20 yıldır bunu söylediğini belirterek, “Bunu yerine getiremezsem kendimle çelişirim” mesajı verdi.
‘BÜYÜK HATA OLUR, SONUÇLARI OLUR’
Cumhurbaşkanı
Bu sözler Ulu Önder Atatürk’e ait. Bu sözü özellikle Atatürk’ün çocuklarımıza armağan ettiği bu bayramda, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda sizlere ve özellikle de çocuklarımıza hatırlatmak istedim. Hikâyesini de anlatacağım. Cemal Granda’nın anlatımına göre Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarıyla Atatürk yakından ilgileniyordur. Boş zamanlarında ise Atatürk’ün elinden tarih kitapları düşmez. Hatta çevresine de her fırsatta Türk tarihinin en geniş şekilde yazılması için telkinde bulunur. Bir gün Atatürk yine tarihle ilgili kalın bir kitap okurken, Vasıf Çınar, Atatürk’e şöyle der:
“Paşam... Tarihle uğraşıp kafanı yorma... 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın?”
Atatürk bu samimi yakınmaya gülümseyerek yanıt verir:
“Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım...”
Mesele sadece Samsun’a çıkmak değil... Bir ulusu ilmik ilmik örgütlemek, inanmak, savaşmak, o stratejiyi ortaya koyabilmek, tanımak, bilmek, öngörebilmek, başarıya ulaşınca durmamak, çağın gereklerini bilerek çağı yakalamak hatta önüne geçmek, örnek olmak ve daha niceleri... Tüm bunların arkasında okumanın önemine dikkat çeker Atatürk. Bizler iyisiyle kötüsüyle memleketi ve memleketin geleceğini bugünkü bayramın sahiplerine bırakıyoruz. Geleceğimiz onlar. O yüzden çocuklarımız okumalı, özellikle kız çocuklarımız mutlaka okumalı.
ÇOCUK YAŞTA EVLENDİRMEYİN, OKUTUN!
BİRLEŞMİŞ Milletler Kadın Birimi, Türkiye’de erkeklerin, çocuk yaşta, erken ve zorla evliliklere yönelik algı ve tutumlarını ortaya koyan yeni bir rapor yayınladı. Rapora göre, Türkiye’de erkeklerin yüzde 25’i, kız çocuklarının en fazla 15 yaşına kadar çocuk sayıldığını düşünüyor. Ne kadar acı değil mi? Oysa 15 yaşında kız çocuğu ÇOCUKTUR BEYLER! Türkiye’nin farklı şehirlerinde yaşayan erkekler ve kadınlarla yürütülen görüşmelerden elde edilen nicel ve nitel verilere dayanan rapora göre, erkeklerin yüzde 10’u, ergenliğe giren kız çocuklarının evliliğe hazır olduğunu düşünüyor. Bu zihniyete göre 14 yaşında ergenliğe girdiyse, o çocuk evliliğe hazır. İşte bu bakış açısını mutlaka sağlıklı bir hale çevirerek, düzeltmemiz lazım. Ergenliğe girse de onlar çocuk, unutmayın. Ve lütfen kafayı evlilikle bozmak yerine, çocuklarınızın eğitimiyle bozun.
İÇİMDEKİ ÇOCUK
Kimi hafif, kimi ise ağır geçiriyor. Bazıları atlatamıyor; kaybediyoruz onları... Son dönemde benim de yakın çevremden birçok arkadaşım hastalandı. Sağlığına kavuşanlar da oldu, hâlâ hastane odasında virüsle savaşanlar da var, hayatlarını kaybedenler de... Sağlık Bakanlığı’nca açıklanan koronavirüs tablosu durumun iyi olmadığını net bir şekilde ortaya koyuyor. Her ne kadar Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 13 Nisan’da uygulanmaya başlanan sosyal mesafe tedbirlerinin “artış hızını düşürmeye başladığı” yönünde sosyal medyadan bir mesaj paylaşsa da; henüz iç rahatlatıcı seviyeden epey uzağız. Nisan ayının en yüksek yeni vaka sayısı 63 bin 82 ile 16 Nisan 2021 tarihine ait. Yazının kaleme alındığı saatlerde pazartesi tablosu açıklanmamıştı. Sağlık Bakanı Koca’nın da “artış hızı düşmeye başladı” diyerek işaret ettiği son veri, pazar gününe ait. 18 Nisan 2021 Pazar günü vaka sayısı günlük 55 bin 802 idi. Her ne kadar 16 Nisan gününe kıyasla günlük vaka sayısında azalma görülse de, pazar günü hasta sayısı ile vefat sayısında artış yaşandı. Günlük vaka sayısının en yüksek olduğu 16 Nisan tarihinde hasta sayısı 2 bin 915, vefat edenlerin sayısı ise 289’du. Pazar günü ise hasta sayısı 3 bin 101, vefat sayısı 318 oldu. Hangi uzmanı dinlesem, hangi doktoru arasam; “alarm zilleri”nden bahsediyor. Bir de haklı olarak iş yüklerinin çok arttığına dikkat çekiyorlar.
HIZLI FORMÜL ŞART
Türkiye, nüfusları Türkiye’ye oranla çok daha kalabalık olan Hindistan ve Brezilya’nın ardından günlük vaka sayısında dünya genelinde üçüncü. Vaka sayısının bu denli artışında erken ve birden açılmanın, dikkat etmemenin, kurallara uymamanın etken olduğu aşikar. Kimileri hâlâ ve inatla, “Abartıldığı gibi değil” diyebiliyor. Hatta inatla toplantılar düzenlemeye de devam ediyor. Artık bu tür konuşmaları ve hareketleri bırakmak gerekiyor. Bu işin ciddiyetini de idrak etmek lazım. Siz hafif geçirebilirsiniz ama yanınızdaki çok hastalanabilir, hatta ölebilir.
Sağlık muhabirimiz Meltem Özgenç’in aile hekimlerine ilişkin bugünkü haberinde salgının artış hızını aile hekimlerinin izleme oranlarındaki artıştan da yola çıkarak anlayabilirsiniz. Aile Hekimleri Dernekleri Federasyonu (AHEF) İkinci Başkanı Yusuf Eryazğan açıklamasında, “Ya tam kapanma ya da hızlı aşılanma şart” dedi. Olağanüstü zamanlar olağanüstü tedbirler gerektirir. Tüm dünyada olduğu gibi salgının Türkiye’de de neden olduğu ekonomik sıkıntı, sosyal ve toplumsal sorunlar nedeniyle tam kapanma yapılamıyorsa, o halde İsrail örneğinden yola çıkarak belki de Türkiye’ye uygun bir modelle “hızlı aşılanma” formülü bir an önce hayata geçirilmeli. Aşıya karşı olanlar başta olmak üzere topluma bunun gerekleri çeşitli yöntemlerle anlatılıp, aşı yapılan merkezlerin de sayıları artırılarak, bir kampanya ile salgının seyri değiştirilebilir.
TEŞEKKÜRLER...
TELEVİZYON muhabirliği hız ve yavaşa tahammülsüzlük demektir. 27 yıldır hız, yavaşa tahammülsüzlük, her işi kendim hemen yaparım gibi alışkanlıkların getirdiği dikkatsizlikle ev kazası geçirdim. Birbirine yapışan bulaşık makinesi tabletlerini hızlı hızlı ayırmaya çalışırken, birine parmağım girdi, içindeki parlatıcı ve deterjan fışkırdı gözlerime girdi. Bir hafta aranın ardından gözlerim iyi. Arayan, soran, geçmiş olsun diyen herkese ve Dünya Göz Hastanesi’nin doktorları ile tüm sağlık çalışanlarına sonsuz teşekkürler.
Cenevre’de Kıbrıs konusunda yapılacak gayriresmi görüşmelerin sonucunu beklediklerinden dolayı Ankara’ya zayıf gündemle gelen AB’nin liderleriyle yapılan görüşmenin içeriğinin Avrupa’da gündem olması çok da beklenmiyordu. O yüzden Avrupa’da “koltuk meselesi” gündem oldu. Avrupa’da bazıları Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a protokol konusunda eleştiri yöneltse de işin aslı öyle değil... Mesele Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki koltuk meselesi değil, mesele Avrupa Birliği içindeki koltuk sorunu.
AVRUPALILAR NE DEDİ?
Koltuk meselesi Avrupa basınına mealen şöyle yansıdı: “Türk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel ile birlikte salona giriyor ve ikisi, toplantıya başkanlık etmek için iki koltuğa oturuyor. Arkalarında kalan Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, üzgün ve rahatsız şekilde ayakta kalıyor ve kendisi için Michel ile aynı düzeyde bir yer olmadığını görüp kanepeye oturmak zorunda kalınca sadece bir ‘Hımmm’ diyebiliyor...” Yani AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’e, AB Konsey Başkanı Charles Michel gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanında yer verilmemesi, Avrupa’da eleştirilere neden oldu. Yine Avrupa’da kimileri de Konsey Başkanı Michel’i “Ursula von der Leyen ile yer değiştirmesi gerekmez miydi?” sözleriyle eleştirdi. Komisyon Başkanı Sözcüsü Eric Mame, von der Leyen’in oturma düzeni sebebiyle “açıkça şaşırdığını” belirterek von der Leyen’in ve Konsey Başkanı’nın protokol sıralamasında “elbette” aynı düzeyde olduklarını söyledi.
PERDE ARKASINDA NE OLDU?
Her resmi heyetten önce Ankara’ya onların ön protokol heyetleri gelir. Konukların nerede duracağı, nerede oturacağı, nerede yemek yiyecekleri, hangi sandalyeye oturacakları, kısacası A’dan Z’ye her şey gösterilir. Eğer karşı taraftan bir itiraz ya da istek gelirse protokol kuralları çerçevesinde bunlar da yerine getirilir. Aynı durum Türkiye Cumhurbaşkanı bir başka ülkeye giderken de geçerlidir.
Avrupalı liderlerden önce de Türkiye’ye onların ön protokol heyeti geldi. Nerede karşılanacakları, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşürken nerede oturacakları o heyete gösterildi. Heyet itiraz etmedi, gösterilen ve anlatılanları onayladılar. Protokol heyetinin onayından Ursula von der Leyen’in haberi mi yoktu? Üst düzey bir kaynağım, “Bu tür konularda son sözü Konsey Başkanı Michel’in ekibi söylüyor. Michel ile Ursula von der Leyen arasında da rekabet var. Belli ki kendi aralarındaki rekabeti bize fatura etmeye çalıştılar” dedi.
ZİRVE GÜNDEMİ
Nedenleri anlatılabilir. Kanal İstanbul’a karşı olunabilir. Bunun gerekçeleri de anlatılabilir. Yetkililerden randevu alınıp görüşler paylaşılabilir, tartışma programlarına konuk olunabilir, yazı kaleme alınabilir, akademik çalışmalar yapılabilir, sosyal medyada görüş açıklanabilir. Düşünce ve ifade özgürlüğü de bunu gerektirir. Ancak usulde sorun olmamalıdır. Özellikle de konu emekli de olsa askerler ise... Usul esastan önce gelir.
ASKERİ VESAYET TRAVMASI
Ne yazık ki Türkiye’nin bir darbe, muhtıra, bildiri geçmişi ve doğal olarak da travması var. Bunun en kötü örneklerinden birini 2016 yılının 15 Temmuz’unda yaşadık. Travma hâlâ dururken, bu konuda hassasiyet belliyken, her şeyden önce usule dikkat edilmesi gerekiyordu. Hele hele koca koca amiraller herkesten daha çok dikkatli olmalıydı. Bir kısmını ekranlardan, YouTube yayınlarından kamuoyu da tanıyor. Montrö ile ilgili görüşlerini birçok kez dile getirdiler. Sorun da olmadı. 126 emekli büyükelçi de bir açıklama yaparak Kanal İstanbul’un Montrö’yü tartışmaya açacağını belirtmişler ve Montrö’nün Türkiye’nin boğazlar ve Marmara Denizi üzerindeki egemenlik hakkını en iyi koruyan sözleşme olduğuna dikkat çekmişlerdi. Kimse de onların bu açıklamasını darbe çağrısı ya da muhtıra olarak yorumlamamıştı. Ancak konu emekli de olsa askerler olunca, işin rengi değişiyor. Emekli amiraller topluca, gece yarısı, “Yüce Türk Milleti’ne” diyerek yazılı bir bildiri yayımlayınca sorun oldu. Sorun olması da gayet normal. Normal olmayan bunun kriz yaratacağını emekli amirallerin öngörememiş olmaması. Bu durum iki ihtimali ortaya çıkarıyor. Ya acemilik ettiler ya da kasıtlı davrandılar.
NE GEREK VARDI?
Usul esastan önce gelir derken anlatmaya çalıştığım tam da bu. Topluca, gece yarısı, üstelik doğal olarak demokratik siyasetin adeta alerjisi olan “endişe ile izliyoruz” ifadesinin kullanıldığı bir bildiriye ne gerek vardı?
Ya da emekli amiraller “Türkiye Cumhuriyeti, tarihte örnekleri olan, bunalımlı ve bekası için en tehlikeli olayları yaşama risk ve tehdidi ile karşılaşabilecektir” ifadesiyle ne kast etmektedirler?
“Ellerinde silah yok, artık onlar sivil” yorumunu yapanlara “Peki bu metin neden buram buram asker ve askeri vesayet kokuyor?” sorusu yöneltilmez mi? Üstelik emekli üst düzey askerlerin Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde belli bir etkileri olduğu sır mı?
İktidardan üst düzey bir kaynağım,
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın İnsan Hakları Uygulamaları 2020 Ülke Raporları kapsamında hazırlanan Türkiye raporunda siyasete katılım, ifade özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, toplantı ve gösteri özgürlüğü, uzun tutukluluk süreleri, kadın ve LGBT konularında eleştiriler yer alıyor. Dışişleri Bakanlığı’nın “Asılsız iddialar ve önyargılı yorumlar” açıklaması ile tepki gösterdiği raporun FETÖ’den yine “Gülen Hareketi” olarak bahsetmesi ya da PKK/YPG konusundaki korumacılığı herhalde kimseyi şaşırtmamıştır. ABD, yeni yönetimiyle ve bu yönetimin açıklamalarıyla, eylemleriyle iki terör örgütü ile ilişkisini koruyacağını zaten ortaya koymuştu.
İki ülke ilişkilerinde masanın ortasında sadece ABD’nin bu iki terör örgütü ile ilişkisi yok. S-400’lerden Halk Bankası’na uzanan bir dizi sorun daha masada ve çözülmeyi bekliyor. Her ne kadar hemen herkes Türk- Amerikan ilişkilerinde bir kıpırtı yaşanması için ABD Başkanı Biden ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ne zaman görüşeceklerini ya da görüşüp görüşmeyeceklerin tartışsa da; hem başka seviyelerde temaslar oluyor, hem de perde arkasında dikkat çeken gelişmeler... Bunlardan biri de son AB Zirvesi’nde Türkiye’ye yaptırım uygulanmaması konusunda ABD’nin ve Başkan Biden’ın ne rol oynadığı konusuydu.
TRANSATLANTİK İLİŞKİ
Biden başkanlık koltuğuna oturmadan ortaya koyduğu politikalarını yavaş yavaş hayata geçiriyor. Bunlardan biri AB ile ilişkilerin yeniden canlandırılmasıydı. Bu isteğini 25 Mart günü video konferans yöntemiyle düzenlenen AB Zirvesi’nde de açık ve net söyledi. ABD için güçlü ABD-AB birlikteliğinin karşısında Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya bulunuyor. ABD Türkiye’nin ABD-AB bloğunda yer almasına ise büyük önem veriyor. Bu da son zirvede açık biçimde ortaya çıktı. Kaynaklarımla yaptığım sohbetlerden çıkan tespitleri sizlerle paylaşacağım:
Türkiye’ye yaptırım kararı çıkmayan son Avrupa Birliği Zirvesi’ndeki süreçte yapılan görüşmelerde, Avrupalı yetkililer ABD’nin bakış açısını Türk yetkililere şöyle anlattılar: “ABD Türkiye’nin transatlantik hattında kalmasını istiyor. Türkiye’nin durduğu yer bu kapsamda çok önemli. Türkiye kaybedilmemeli.”
Sürecin Türkiye ayağı bizzat ABD’nin Ankara Büyükelçisi tarafından da Ankara’da yakından takip edildi.
Kısacası ABD, Çin ve Rusya’ya karşı mücadelesinde Türkiye’yi yanında görmek istiyor.
Peki bu isteğini güçlü şekilde dile getiren ABD’nin Yunanistan’a verdiği yine çok güçlü desteğin arkasında ne var? Tüm Batı dünyasında Yunanistan’a karşı beslenen sempati bir gerçek. Ancak asıl meseleye