CLAUDE Levi Strauss Amazonya yerlilerini incelediği ‘Hüzünlü Tropikler’ adlı etnografik başyapıtında, yemek pişirdiği tencerenin ‘Tupi’ kabilesi üzerindeki etkisi anlatır.
Mutfak edevatı, orman insanlarının ‘cazibe merkezi’ne dönüşmüştür.
Peki, ne işe yaradığını görmeselerdi acaba tencere yine yerlileri cezbedecek miydi?
* * *
BEN soruya hemen ‘evet’ cevabını vereceğim.
Çünkü, çok ender kültür istisnaları hariç insan doğası ‘yeni’ye karşı ‘merak’ üretir.
O ‘merak’tan itibaren de ‘edinmek içgüdüsü’ doğar.
Buradaki ‘edinmek’ fiiliyle illá maddi mülkiyet dürtüsünü kastetmiyorum.
Ayrıca, ‘şeylerin cazibesi’nde mutlak bir ‘faydacılık’da da aramak gerekir.
Söz konusu ‘içgüdü’ estetik kıstaslardan şehir mimarilerine; yahut, hal ve oluş tarzlarından musiki ritmlerine uzanan sonsuz geniş bir yelpazeyi kapsar. Bir ruh ortamıdır.
Başka bir deyişle, eğer Amazon yerliler tencerenin işlevini öğrenmemiş olsalardı dahi, ilk defa gördükleri fabrikasyon alüminyum; onun pırıltısı ve formu; veya belki de, sırf kapağa vurulduğunda çıkan ve yine ilk kez işittikleri madeni ses, aynı tür bir cazibe yaratacaktı.
‘Hayatı kolaylaştıran’ pişirme işlevi ise bunu daha da üst seviyede pekiştirdi.
Ve keşfettikten sonra tencereden vazgeçebilmek, onun varlığını bilmezden ve kullanmazdan öncesiyle kıyaslanamayacak ölçüde zorlaşır. Hatta imkansızlaşır.
Nitekim, dün anlattığım gibi, çeyrek yüzyıl önce SSCB ve Suriye’de yaşayan Batıların sırf öte beri almak için değil, bilhassa hava solumak; reklam görmek; peçeteyle yemek için oralardan Türkiye ‘cazibesi’ne kaçmaları da bunun başka bir göstergesidir.
Zaten de, Büyük Claude Levi Strauss araştırmasından kırk yıl sonra tekrar Brezilya’ya döndüğünde, eski kabilelerin artık tamen ‘tencere uygarlığı’na dönüştüklerini kaydeder.
* * *
BİLİYORUM, ‘geleneksel toplum’u putlaştıran postmodern ve ‘tüketim ihtirası’ edebiyatı yapan ‘sol’ zevat, ‘eyvah, tencere aşkıyla mutsuzlaşmışlar’ diye hayıflanacaktır.
Bana ne, ama yine de şunu söyleyeyim ki, uluslararası ‘realpolitik’ ilişkilerde; hele hele Ankara’nın Kürt sorununu çözümünde böyle derin ‘felsefi ahláki’ lükslere yer yoktur.
Tersine, ülkemizin Irak, İran ve Suriye Kürtleri için de ‘cazibe merkezi’ işlevini görmesi hem siyasi açıdan bir ihtiyaçtır, hem de aslında inanılmayacak kadar kolaydır.
* * *
ÖYLEDİR, zira zaten çeyrek asır önce bile cezbeden bir Türkiye bugün yıldızdır.
Çok metaforik bir benzetme yaparsam da, yukarıdaki ‘tencere’ Diyarbakır’dadır.
Çünkü, market reyonlarında dondurulmuş yiyecek sergileyen; bar tezgahlarında kızlı - erkekli gençleri buluşturan; radyo frekanslarında ‘dj’ anonsları dağıtan; internet kafelerinde reklam ışıltıları pırıldatan bir şehir ve yörenin zaten coğrafyada ve sosyolojide bölünemezlik kazanmış yekpare pazar gerçeğini yansıtması bir yana, bütün bunlar, zaten akrabalık, hısımlık, tanışlık var, sınır ötesinin Kürt insanlarını da kendine müthiş şekilde çeker.
Hem de milyar mega kilovat enerji tüketen bir ‘mıknatıs’ kuvvetiyle kendine çeker.
Blucin estetikler, şalvar ve poşu can çekişse de, eninde sonunda onları infaz eder.
O blucinin ‘Made in Turkey’ etiketi de Erbil’de, Kerkük’te, Musul’da markalaşır.
Bunlar, Levi Strauss’un tenceresinin has alüminyumla kalıplanmış modelleridir.
Enis Berberoğlu’nun pazar günü önerdiği Diyarbakır Üniversitesi’ne çevre ülkelerden Kürt öğrenci çekmek ve kent havaalanını uluslararası trafiğe açmak gibi hayati seçenekler ise, tenceye aş da koyarak, cazibeyi ‘vazgeçilmez ihtiyaç’a dönüştürmek anlamına gelir.
Ve tencereyle yemek pişirmenin rahatını anlamış olan tekrardan çömleğe; kuşbaşı etin taamına varmış olan ise bir daha hamur yufkaya talim etmek istemez ve hep onları arar.