Paylaş
Mahsen röportajı (I)
Şüphesiz, bizim ülkemizde meydan boş ve körler diyarında şaşı sultan çok ya, bırakın iyi ‘Bordeaux’le harcıalem ‘Rioja’yı ayırdedebilmek, taze şırayla ekşi sirkeyi karıştıracak ölçüde damak cahili olmalarına rağmen çalakalem hava basmaktan hiç utanmayan bir alay dangalağı gargara yapıp şakkadak tükürecek kadar gusto ve bilgi sahibiyimdir.
GALİBA daha önce de ifşa etmiştim, günahı boynuma ve Rabb'ın mağfiretine sığınıyorum, kulunuz haramdır diye şarap kadehini geri çevirmez. Geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri, bari meyden yudum alalım diyenlerdenim.
Üstelik şimdi istatistik olarak ispatlandı ki, ifratı zarar kararı yarar, ab-ı hayat şurubu yürek enfarktını ve bazı tür kanserleri engellemektedir.
Dolayısıyla, benim gibi tebabet ilmine büyük saygı duyan birisinin akşamdan akşama şişe mantarını koklaması kadar makul bir şey olamaz.
* * *
MANTAR koklamak deyimini lafın gelişi kullandım.
Sanmayın ki durup dururken şişinip, kendimin de, daha dilini değdirmeden sırf böyle bir koklamayla asil sıvı hakkında yorum getirmeye başlayabilen ve ‘önolog’ tabir edilen uzman kategorine girdiğini öne süreceğim.
Ben tevazu sahibi insanım, haşa !
Şüphesiz, bizim ülkemizde meydan boş ve körler diyarında şaşı sultan çok ya, bırakın iyi ‘Bordeaux’le harcıalem ‘Rioja’yı ayırdedebilmek, taze şırayla ekşi sirkeyi karıştıracak ölçüde damak cahili olmalarına rağmen çalakalem hava basmaktan hiç utanmayan bir alay dangalağı gargara yapıp şakkadak tükürecek kadar gusto ve bilgi sahibiyimdir ama, inkarı imkansız, bağbozumu kültürünün çekirdekten yetişme çocuğu değilim. Haddimi bilmem gerek !
Fakat her halde benim bu mütevaziliğimi ciddiye almayanlar varmış, piyango ikramiyesi vurdu, geçen hafta sonu mahsen tadımına davet edildim.
Ekmek elden, su gölden ve şarap testiden, ver elini Fransa...
* * *
EĞER gerçekten bir ‘derin Fransa’ mevcutsa, bu hiç kuşkusuz ve her yerden önce, Loire ırmağının ülke orta - batısında çizdiği kavis güzergahındadır.
Frank kavmi söz konusu havzadan başlayarak bugünkü sınırları tedrici biçimde fethetmiş ve kendi dilini diğer halklara buradan yaymıştır.
Zaten daha papaz mektebinin hazırlık sınıfındayken öğrenmiştim ki Moliere lisanın en iyi konuşulduğu yer nehir yatağını izler.
Nitekim, önceden uğramışlığım var o zaman da dikkatimi çekmişti, ahali gerçekten zerre aksansız bir telaffuza sahiptir. Diksiyonun hakkını tam verir.
Hatta, dillere destan aristokrat şatoların eski marabaları olsalar bile köylüler dahi çok geniş kelime hazneli ve çok zengin renk ayrıntılı bir lugat kullanırlar. Değme Paris ‘entellokrat’ı onların eline su dökemez.
Kah mutedil kıta rüzgarlarından, kah rutubetli okyanus esintilerinden etkilenen Loire yöresinde iklim yumuşaktır. Ilıman kategoriye girer.
Toprak kumul itibariyle fukara olduğundan da bölge şarapçılığa gayet elverişlidir. Bilhassa yamaçlar alabildiğine bağ kütüğüyle kaplıdır.
‘Bordeaux’, hatta ‘Bourgogne’ kadar şöhret sahibi değilseler de bura mahsulatı şişe etiketleri Fransa'nın en iyiler arasında addedilirler.
Denize doğru gittikçe biraz avamlaşır, içeriye girdikçe asilleşirler.
Hadi bu alengirli sıfatı öbür ikisine bırakalım, o halde burjuvalaşırlar.
Tours şehri ise yukarıdaki havalinin önemli yerleşim alanları arasındadır.
Hatırladığım kadarıyıyla sayayım, bir, eski katedrali ünlüdür; iki, Honore de Balzac'ın memleketidir ve büyük edip kentini ‘Tours Papazı’ romanıyla ölümsüzleştirmiştir; üç, yanılmıyorsam 1920 yılında burada yapılan kongreyle Fransız Sosyalist Partisi bölünmüş ve sezaryenle komünistleri doğurmuştur.
Neyse, coğrafya - tarih dersi yeter ve sadede geleyim, işte bendeniz cuma gecesi bu Tours şehrine kondum ve tekrar okurum diye yanımda Balzac kitabını götürmüş olmama rağmen tek sayfa açmadan cumartesi sabahını ettim.
* * *
SAAT onu biraz geçiyordu ki biz altı misafir tadımcı iki rehberimizin otomobillerine doluştuk ve ilk durağımız Chinon.
Hem biraz Rabelais yalamışlığım, hem de metazori Jeanne d'Arc tarihi ezberlemişliğim var oradan çıkartmaya çalışıyorum, bu Chinon galiba emsalsiz ‘Gargantua’ yazarının doğum yeriydi ve çılgın bakire Fransa'yı kurtarma seferberliği sırasında bilmem kaçıncı kralla buradaki bir şatoda buluşmuştu.
Fakat tabii ki kasaba azmanının adı bende esas olarak, tazesini iyiden iyiye soğutulmuş tercih ettiğim yöre şarabıyla özdeşleşir.
Yaz mangallarında ızgara edilmiş kırmızı etlerin yanında pek aladır.
Ve işte bu şarap şimdi şişeyle değil, damacanayla değil, fıçıyla değil, kazanla karşımda duruyor !
1998 mahsulatı henüz tam terbiye aşamasına girmemiş ve devasa bir madeni küpte bekliyor.
Şimdi mahsene geldik, içeri daldık, imalathane sahibi musluğu açtı ve hepimizin bardağına iki parmak sıvı koydu.
Sonra mı ?..
* * *
AFFEDERSİNİZ ama, burada bir dikişte fondip yapılan yamyam romundan veya bakkal tezgahında lıkır lıkır içilen barbar birasından değil, her şeyiyle sabırlı bir ritüel gerektiren töresel şaraptan söz ediyorum.
Her halde tek bir yazıda anlatacak halim yok !
Devamı gelecek haftaya, siz şimdi mantar koklamakla idare edin...
Paylaş