Paylaş
”Bir annenin bebeğini sevmesi gibi çok büyük bir sevgi ile yazdım. Hiç işlenmemiş yan konusuyla öyle derinlere daldım ki, eminim siz de bu dalışı fark edeceksiniz” diyor tanıtımını yaparken.
Tam da “Son Umut” adlı o olağanüstü filmi izlediğim şu dönemde, okurken çok etkilendiğim bu kitaplarının çok farklı bir tadı var. Bildiğimiz Çanakkale Savaşı öykülerinden ve Sarıkamış efsanesinden gerçekten çok farklı işlenmiş, tarihi belgesel ile kurgunun çok güzel yoğrulmuş hali. Hepinizin özellikle de gençlerin okumasını çok isterim. Okurumun, ilginç yazarlık öyküsünü başka bir güne sakladım. Sizlerle paylaşacağım.
Keşke atmasaydın kendini o kayalıklardan denize
Cemal Dayı, kara kışın dondurucu soğuğuna, ilerlemiş yaşına ve hastalığına aldırmadan gizlice evden kaçmıştı. Ev halkı fark etmemişti çok şükür. Yoksa mutlaka engellerlerdi. Çarçabuk Kadıköy dolmuşuna kendini attı. Altıyol’da inip kuyumcu dükkânlarından birine girdi. Zarif bir alyans beğenip kırmızı kadife kutuya koydurdu. Oradan, karşıdaki çiçekçiye uğradı. Bir buket beyazlı sarılı nergis yaptırdı. Sonra da Kadıköy sahile doğru yürümeye başladı.
Yıllanmışlıktan dolayı eprimiş siyah paltosunun yakalarını kaldırdı. Rengi solmuş atkısını da iyice sardı boynuna. Sevdiği ile buluşmaya giden bir delikanlı gibi hoş bir heyecan içindeydi. Botları da hayli eskiydi, kaç kere pençe attırmıştı onlara.
Ev halkının serzenişlerine aldırmadan uzun yıllar saklamış olduğu botlarını yılda bir kez kara kışın soğuğunda giyerdi. Zengin adamdı aslında Cemal Dayı. Yeni paltosu ve ayakkabıları vardı.
Cemal Dayı’nın kaçışı fark edilmiş, evde bir vaveyla kopmuştu. Herkes birbirini suçluyor, 75 yaşındaki hasta bir adama sahip çıkamadıkları için bağrışıp duruyorlardı. Cemal Dayı sahil boyunca yürürken arada bir kolundaki yıllanmış saatine bakıyordu. Yağan karı önemsemeden denizin sık sık kıyıya çarpan köpüklü dalgalarını seyretti. İçine çekti, başka hiçbir yerde koklayamayacağı, denizin yosun kokusunu...
Cemal Dayı’nın gözleri, deniz kenarında kurulmuş çay bahçesine doğru kaydı. Heyecanlandı birden. Hızlı adımlarla oraya doğru yürüdü. Kapıdan içeri girdikten sonra kenardaki masalardan birine doğru gülümseyerek selam verdi.
Masaya geçip “Nasılsın Naciye’m?” diye sordu. Oysa karşısında kimse yoktu. Elindeki nergis buketini uzattı karşısındaki boşluğa. ”Sen seviyorsun diye aldım” dedi gülümseyerek. Az sonra yanına gelen genç garsona “iki çay, iki de poğaça” ısmarladı. Garson şaşkın ifadesini belli etmemeye çalışarak siparişi getirmeye gitti.
Cemal Dayı gülümseyerek karşısındaki sandalyeye döndü “Naciye’m. Saçlarını ilk defa topuz yapmışsın, çok yakışmış yüzüne. Öyle güzelsin ki, sana bakmaya doyamıyorum.” Cemal Dayı hayran hayran karşısındaki sandalyeye bakıyordu. Sonra cebinden küçük, şık bir kadife kutu çıkardı. Kapağını açtı. “Bak yüzüklerimizi bile aldım. Biliyorum kaç senedir bir türlü adını koyamadık bu işin. Yakında istemeye göndereceğim ailemi” Mutlu, huzurlu konuşurken Cemal Dayı, garsonun ayağı kayıp tepsiyi düşürmesiyle irkildi. Cemal Dayı’nın az önceki mutlu ifadesi bozuldu. Birkaç saniye içinde alnını ter bastı, soğuk bir akım geçti vücudunun derinlerinden.
Sonra Cemal Dayı, başını cama doğru çevirip kaba dalgaları izlemeye başladı neye baktığını görmeden. Derin bir nefes aldı: “Affet Naciye’m... Günahına girdim senin. Yıllarca oyaladım seni evleneceğiz diye. Ama sözümde duramadım. Anamın babamın o lanet olası baskıları ayırdı beni senden. Seninle evlenip mutlu olacak yerde zengin müteahhittin kızı Azime ile evlendim. Birkaç daire, birkaç dükkâna sattım seni Naciye’m. Keşke atmasaydın kendini o kayalıklardan denize. Vallahi dönerdim sana. Her şeyi bırakır dönerdim. Ama sen intihar ederek beni bu mutsuzlukla yaşamaya mahkûm ettin Naciye’m.” Birkaç saniye sustu. Sonra acı acı gülümseyerek devam etti, “Bol para, gözlerimi nasıl da boyamıştı. Ne yazık ki boğazıma dizildi o paralar Naciye’m. Ezdi, un ufak etti beni. Başkasının zenginliği ile yaşamak, yaşamak değilmiş meğerse... Adamın karısı bile tepeden bakarmış kendisine.
Geçen gün çocuklarımın konuşmalarını dinledim istemeden. Mal paylaşımına başlamışlar bile. Kavga eder olmuşlar. Çoktan öldürmüşler beni. Keşke fabrikada üç kuruşa çalışmaya devam etseydim de bileğimin hakkıyla kazandığımı huzurla yeseydim. Olmadı işte. Ben kazanmadığım variyetin onursuz ağırlığı altında ezildim, sen ise onurun için hayatından vazgeçtin. Sen benden yiğit çıktın. Keşke evlenseydin o bakkal Ramazan ile. Benim gibi boyun eğseydin babana. Bu kadar kahrolmazdım, inan. Bu kadar ezik, bu kadar gurursuz hissetmezdim kendimi.
Senin sevgini bulurum sanıp başka kapılar da çaldım gizliden. Nafile... Ben günahımın bedelini gençliğim boyunca ödedim Naciye’m. Artık her şeyden vazgeçtiğimden hiçbir şeyi duymuyor, görmüyorum. Bunak diyorlar bana. Ancak, kanser olduğumu öğrendikten sonra acımaya başladılar ilk defa. “Altı aylık ömrün kalmış” dedi doktorlar. Üç aydır fazladan yaşıyorum. Seviniyorum aslında. Şu anlamsız dünyadan kurtulursam belki seni görürüm öbür tarafta.
O vakit beni affeder misin? Ben çok çektim be Naciye’m. Bütün günahımı, mutsuzlukla geçen bir ömür ile ödedim. Daha fazla yüz çevirme ne olur? Artık affet beni. Cemal Dayı derin bir nefes aldı. Ümit kestiği bir huzurun damarlarına kadar yayıldığını hissetti o an. Gözlerini kapatarak gülümsedi. Ardından garsona işaret etti. Hesaptan fazlasını bıraktı masanın üzerine. “Üstü kalsın” dedi.
Sonra dik bir duruşla çıktı oradan. Günahı ile yüzleşebilmişti ya. Affetmişti ya artık Naciye kendisini... Gerisinin ne önemi vardı?
Şerife Gülseçgin
Paylaş