Ne nostaljisi efendim? Komşuluk mecburidir. Zira insan sosyal hayvandır. Etrafında kimse yoksa panikler, hastalanır.
Komşuluk bitti etti, şu bu. Yoo. Biz de gencecik yaşımıza, şu körpeliğimize rağmen komşuluk biliriz. Ha öyle komşunun bahçesinden erik filan çalmadık tabii. Ne bahçesi? Bahçe mi kalmıştı Allasen? Barbaros Bulvarı’nda beş katlı bir apartmanda doğdum ben. Uyurken trafik uğultusu duymayınca hâlâ uykum kaçar, tedirgin olurum. Bildiğin apartman çocuğuyum.
Bahçeli evler, cumbalı binalar, mahalle hikâyeleri çoktaan bitmişti. Ama artık şehir merkezinin de ayrı bir komşuluk formülü vardı. Apartman komşuluğu!
Ki bana sorarsanız apartman komşuluğu, komşuluk tarihinin altın dönemidir. Niye? En konforlu komşuluktur. Komşuluğun business class’ıdır. Sabahlığını, terliğini, bigudilerini çıkarmana gerek yoktur. Mönünü de kendin seçersin. Evinden istediğin yiyeceğini alıp gidersin alt kata, ne var ki?
Komşuluk, zaten coğrafi yakınlıktan oluşan bir ilişki türüdür. Ve şehirler kalabalıklaştıkça, binalar büyüyüp yan yana sıkıştıkça, insanlar arası coğrafi yakınlık da artıyor. Eskiden komşun 2 dönüm ötedeydi, şimdi aynı katta 12 aile oturuyor, seç seç beğen!
Ama mesele sende güzel kardeşim! Yepyeni komşuluk türleri gelişti, haberin yok. Zira insanoğlu klansız yapamaz. Kabilesiz yaşayamaz. Sosyalleşmeden duramaz. Güvende hissetmez yav, türün gereği. Bize sağda solda insan, muhabbet lazım.
Mesela site komşulukları çıktı son yıllarda. Birlikte yürüme parkuruna gidiliyor filan.
Üzerinde atlet var, biraz ev hali.
Kılıçdaroğlu’nun o pozu için bir arkadaş “Zeki Demirkubuz filmi sahnesi gibi” dedi, çok güldük.
Kimine sempatik ve doğal gelecek, bazısının “Ne gerek vardı atletli görünmeye” şeklinde eleştirebileceği bir fotoğraf. Tartışılır.
Ama Cumhurbaşkanı bu karenin medyaya verilmesini ve gazetelerde “Vatandaş” başlığıyla aktarılmasını eleştirdi.
“Bu benim vatandaşıma hakarettir. Benim vatandaşım böyle, hele hele bir siyasi partinin, anamuhalefetin başında olacak, çağıracak gazeteciyi, ‘Gel, benim bu fotoğrafımı bir çek’ ve ondan sonra da ‘Ben Atatürk’ün partisinin başıyım’. Sen Atatürk’ü böyle atletle yemek yerken görüp de resim çektirdiğine şahit oldun mu? Böyle bir şey var mı?”
Beni ilgilendiren bölüm de bu bölüm.
Siyasetçilerin Atatürk’ü örnek almasının, Atatürk’ün yaptıklarını doğru formül olarak göstermesinin, “Atatürk olsa bunu yapar mıydı, kendine gel” diye birbirini uyarmasının başlangıcını mı yaşıyoruz? Allah’ım bu bir rüya mı? Öyleyse, kimse beni uyandırmasın ağzını burnunu kırarım!
Bu gerçek mi? Ne olur gerçek deyin. Ne olur bu bir bakış açısı miladıdır deyin!
Cuma günü itibariyle (bu lütfen resmi kayıtlara da geçsin diye tarih veriyorum bak) Akit yazarı Abdurrahman Dilipak mizahımızı, mesleğimizi çaldı! Yetkililer buradan duysun. Mizah yazarlarının ayriyeten bir sendikası yok, ama belki bu olaydan sonra kurmak gerekliliği ortaya çıkmış oldu.
Dilipak “L’exorsizm ve Demonizm” başlıklı yazısında Vatikan’a bağlı kiliselerde cin çıkarma işi yapıldığını, bu çıkarılan cinlerin cezalandırıldığını, hapsedildiğini veya kilisenin emrine girdiğini, yani kadroya alındığını ve sonra istihbaratta kullanıldıklarını” söylüyor.
Bak önyargılı olmayın. Adam kadroya alınma cümlesinin sonunda parantez içinde ünlem koymuş. Bu “Yav şaka yapıyorum” demektir kanımca. Yazdıklarını ciddi ciddi yazdığını pek tahayyül edemiyorum, o bakımdan parantez içi ünlem dalga geçme işareti gibi geldi bana.
Üstadın mizaha dair ilk çalışmalarını görmüş, çok ince bulmuş, kahkahalar atmıştım. Mesela Twitter’ın 140 karakter sınırlamasını ve hızlı tweet atılırken yapılan imla hatalarını hicvettiği bir “ialam işb twşk. Tarafları iridalw vawt wtmiş. kurtla kuzuya wşit uzaklıkta” tweeti vardır. Aynen alıntıladım, eserde kayıp olsun istemiyorum. Bu örnek mesela, daha kolay çözülebilir bir hicivdi.
Oysa son yazısı tam analiz edebildiğim, alışılagelmiş bir mizah türü değil.
Absürd bir şey mi yaptı, taşlamaya mı girdi, ironi midir, sembolik hiciv peşinde mi çıkaramadım. Belki de yepyeni bir mizah janrı diyebiliriz. Ama kesinlikle çok komik.
Sadece kâğıt üzerinde, veya söylerken komik değil. Cümlenin kafadaki tahayyülü, cinlerin bordrosundan emekliliğine, lojmanından kılık kıyafet yönetmeliklerine dek yepyeni esprilere gebe. Yani hayalgücünü gıdıklayan, başka ve daha sıradan şakaları mayalayan, müthiş üretken bir mizahla karşı karşıyayız sayın seyirciler!
Çocukken geceleri mahallelerde düdüklerini duyar ve güvende hissederdik. Ve sanırım biraz da bu yüzden, şehir içlerinde daha az hırsızlık ve gasp olurdu.
Sekiz bin kişiden 700’ü seçildi ve özel harekât polislerinin katıldığı derslerde eğitim aldı. Artık Gece Kartalları ismiyle İstanbul’da görev yapacaklar. İsim de havalı. Bence güzel haber bu.
Sadece şunu hep birlikte hatırlamak ve görev yapacak arkadaşlara da hatırlatmak gerek galiba.
Sevgili gece bekçilerimiz, Maçka Parkı’ndaki (güya) güvenlik görevlisi, İzmir’deki (güya) polis gibi, suç işlemeyen, kendi halinde vatandaşa karışmak, kıyafetine, haline tavrına müdahale etmek için orada değilsiniz! Kadınların, gençlerin üstüne başına laf etmek, hayat tarzlarını değerlendirmek için o göreve gelmediniz!
Bilakis, mesleğiniz ne biliyor musunuz? Bunun tam tersi! Bu insanları, onlara karışanlardan, müdahale edenlerden korumak. Hırsıza, uğursuza, tacizciye, zorbaya, üstüne vazife olmadan vatandaşa karışana müdahale etmek. Göreviniz vatandaşı elle, dille, silahla rahatsız edeni engellemek, kanuna teslim etmek. Suç işlemeyen insanın canını, malını, özgürlük alanını, tercihlerini korumak!
Ve altını çiziyorum. Korumak için görevlendirildiğiniz asayişin bir parçası da medeni ülkelerde olduğu gibi, her Türk kadınının istediği saatte, istediği kıyafetle, istediği sokakta endişesiz, güven içinde yürüyebilmesini sağlamak.
İşte bunu başarabilirseniz...
Bir kadın, gece saati istediği kıyafette, sağı solu, ara sokakları kollamadan, kalp çarpıntıları yaşamadan, sizin sayenizde “Gece bekçimiz bizi korur” iç rahatlığıyla yürüyebilecekse...
Bir kere insan yetinen bir mahlûk değil. Hepimiz rezaletiz. Ne kadar çok kazanırsak, bir o kadar daha istiyoruz. Harvard’lı psikiyatri profesörü Dan Gilbert diyor ki, “Temel ihtiyaçlarınızı hallettikten sonra, çok daha fazla paranız olması sizi daha mutlu yapmıyor!” Araştırmalara göre yılda 20 bin dolar kazanırken aniden 50 bin dolar kazanmaya başlamak sizi müthiş mutlu ediyor. Ama yılda 90 bin doları geçtikten sonra mutluluk seviyenizde büyük bir değişiklik olmuyor. Çünkü birincisi; insanoğlu hızlı adapte olan bir canlı. Yeni arabaya, yeni cep telefonuna, büyük eve filan hemencecik alışıp kanıksamaya başlıyoruz. İkincisi; daha çok para, daha çok sorumluluk demek. Daha uzun çalışma saatleri, daha çok karar alma mecburiyeti, daha zor idare edilen bir ev; bunların hepsi mutsuzluk... Üçüncü sebepse şu; ne kadar zengin olursanız olun, hep kendinizi başkalarıyla karşılaştırarak statünüze karar veriyorsunuz. Yani ayda 5 bin lira kazanıp Esenler’de otururken şahane hissedip aynı gelirle Bebek’e taşındığınızda bunalıma girebilirsiniz. Çünkü etrafta çok zengin eş dost, komşu cirit atacak!
Eğer parayla ne yapılırsa saadet getireceğini merak ediyorsanız, önce insanları gerçekten neler mutlu ediyor, ona bakmak lazım.
1) Aile ve arkadaşlar net olarak mutlu ediyor. Etrafınızda insan tutacaksınız dostum. Beş veya daha çok yakın arkadaşı olduğunu söyleyenler, daha küçük sayılar verenlerden yüzde 50 daha mutlu! Chicago Üniversitesi bulmuş bunu.
2) Düzenli ilişkinize iyi bakın. 1970’lerden 90’lara kadar takip edilen evli ve bekâr insanların evlileri yıllar boyunca yüzde 40 oranında “Çok mutluyum” derken, bekârlarda bu sadece yüzde 25’e varabilmiş. Ancak denek grubunun en mutsuzlarının da evlenmiş ama boşanmak üzere olanlar olduğunu da ekleyeyim. Orada bir risk var yani!
3) Çocuklar konusundaysa veriler karışık. Deneklere anlık, günlük sorular yöneltildiğinde çocuk sahibi olanlar daha mutsuz çıkıyor. Ama genel olarak “Çocuk sahibi olmak nasıl bir şey” diye sorulduğunda “Çok zevkli” cevabı alınıyor!
4) Alışveriş yapmak, avcı-toplayıcı içgüdülerimiz yüzünden bizi rahatlatan, kısa vadeli mutluluk veren bir etkinlik. Bir şeyleri toplayıp eve götürmek sizi güvende hissettiriyor yani. Ama aldıklarınızın sizi ne kadar mutlu edeceğini hesaplamak lazım. O fotoğraf makinesini kullanacak mısınız, o elbiseyi gerçekten giyecek misiniz? Giyecekseniz kaç kere?
5) İnsanların satın aldıklarından, onları en çok ve uzun süre mutlu edenlerin en kısa ömürlü şeyler olduğu bulunmuş. Yani ev, araba, ayakkabı, mücevher değil, deneyimler... Dans dersi, tiyatroya gitmek, bir tatil gibi... Bunlar hem yaşarken ilginç hem de ileride yaşandıkları anlardan daha güzel anılar olarak kaydedilip hatırlandıklarında tekrar mutluluk veriyor.
6) Kendini zorlamak, limitlerini denemek insanoğlunu müthiş mutlu ediyor. Hayatımda bir kere feci zor bir parkurda trekking yaptım, akşamında dünyanın en yorgun ve mutlu insanıydım! İnsanlar anketlerde televizyon seyretmenin zevkli ve mutluluk verici olduğunu söylüyor ama daha çok televizyon seyredenler, genel anlamda seyretmeyenlerden daha mutsuz çıkıyor. Benim dizilerim mutlu eder, o ayrı, onu karıştırmayın buraya!
İtiraf edeyim, haberi ilk okuduğumda ben de bazı fikirlerimle yarışmaya iştirak etmek istedim. Mikrodalgada birkaç dakikada pişirilen “Hızlı ramazan pidesi” projemle vatandaşa 4 mevsim pide keyfini tattırmak mesela... Evde hazırlanabilecek donmuş döner, vakumlu pide, salçalı sos, yoğurt ve tereyağından oluşan “İskender Kebap Kit’i” de fikirlerim arasında... Bir başka projem deniz mevsimiyle alakalı. Yerli ve milli alışkanlıklarımızdan zeytinyağı ve kola sürerek yanmak, sonra cilt yanıklarını yoğurtla iyileştirmek işini, neden daha şık ambalajlar ve kokulu ürünlerle pekiştirmeyelim? Bu amaçla “Gül kokulu sürmelik zeytinyağı-şekersiz kola-aloe veralı süzme yoğurt” üçlüsü, pekâlâ bir yaza özel güzellik paketi olarak satılabilir? Yukarıdakiler orijinal fikirlerimdir, yürütüp pazarlayan olursa, avukatım fitil fitil burnunuzdan getirir, şimdiden uyarayım!
Ama organik hoşafa gelirsek, önce şunu netleştirelim, yarışmada birinci olan hoşaf değil, fikir hız ayarlı yol kasisi projesi.
Organik hoşafın eleştirildiği konu zaten birinci olması değil, Alzheimer hastaları için portatif fizik tedavi cihazını eleyerek finale kalması. Yarışmanın yöneticileri oldukça küskün bir ifadeyle bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada en çok altı çizilen husus, bu programın “bilim değil girişimcilik yarışması” olduğu.
Tabii hoşafın pastorize edilmeden raf ömrünün uzatılıp bir hızlı tüketim ürünü haline getirilmesi kulağa iyi gelse de dünya ölçeğinde ne kadar değerli bir girişimcilik fikridir, tartışılabilir. Diğer yandan portatif fizik tedavi işinin ülkede önemli bir ihtiyaç olduğu da şüphe götürmez. Ama demek ki jüri, girişimcilik açısından böyle bir sıralamayı uygun gördü.
Bilime dönersek, o konuda hoşafa, kasise gelmeden mucizeler oluyor. Ülkede eğitim sisteminin bütün saçmalıklarına rağmen iyi yetişmiş bir avuç genç harikalar yaratmaya devam ediyor. Antalya’da üstün zekâlı ve yetenekli öğrencilerin eğitim aldığı BİLSEM öğrencileri, Çin’de düzenlenen ve 50 ülkenin katıldığı robotik yarışmasında, hem birincilik hem ikincilik ödülünü aldı! “Zihin ile araç kontrolü” isimli robotik projemiz dünya birincisi oldu. Bedensel engeli olanlar için geliştirilen bu projede birine bağımlı olmadan, düşünce gücüyle araçların kontrolü yapılabiliyor! Uzun raf ömürlü hoşaf da pazarlayalım, hız ayarlı yol kasisi de fizik tedavi cihazı da muhteşem robotik projelerle dünyayı da sallayalım. Hepsine varım.
Her tür parlak fikri siyasi tarafına göre ayırıp, birine torpil yapıp ötekini ezmeye ise asla yokum!
Son yıllarda zirve yapan yandaşlık, tarafgirlik, “Sizden-bizden”cilik, bir kültürel mühendislik çabası... İşte bu ilkelliği önlemek için herhangi bir yazılım filan bulurlarsa, bizi kurtaracak proje esas o olacak!
AKILLARINI BODRUM’DA BIRAKIP GİDENLER...
Kalori filan saymayın Allahaşkına, kalori hesabı mı kaldı?
Hâlâ kızarmış kepekli ekmekle normal ekmek arasında sizin göbeğiniz açısından bir fark olduğunu mu sanıyorsunuz? Yapmayın, etmeyin.
Sağlıklı besleneceğim diye eti, köfteyi, kebabı filan bıraktınız mı gerçekten? Ah be gülüm.
Oysa yağları yakabilmek, sabit kiloda kalmak ama lezzetli şeyler yemeye devam etmek için çok uygun, yepyeni, aslında da çook eski bir beslenme şekli bulundu! Ve ben doğduğumdan beri aşağı yukarı öyle besleniyorum! Zaten 15 yıldır ekrandan takip ediyorsunuz, hayatımda hiç dramatik biçimde kilo almadım. Yazın 2-3 kilo verir, kışın hava soğuyunca geri alırım. 23 yaşında bugünkü halimden sadece 3 kilo daha inceydim. Muhtemelen ekim geldiğinde, sıcaklardan mütevellit yine o kiloda olacağım.
Oysa ben sürekli köfte, pirzola filan yerim. Kebap müptelasıyım. Kaymağa, tereyağına, zeytinyağına bayılırım! Öyle pek spor yapmam. O gün 35-40 dakika yürüyebildiysem kendimi tebrik ederim. Uykuyu severim, en az 8 saat uyurum.
Öte yandan ekmekle hiiç aram yoktur, çoğu zaman kahvaltıda bile yemem. Poğaça, simit meraklısı değilimdir. Kahvaltı gevreklerine, kurabiyelere, bisküviye yüz vermem. Tatlının bile unsuz çeşitlerini tercih ederim.
Ve Financial Times’ın bir muhabirine 4 aylık programını denettirerek haber yaptığı Londra’daki Grayshott SPA’ya göre, bunlar tam da yapmanız gerekenler! Bu SPA’nın kuralları şunlar: Hayatınızdan şekeri, sütü, buğdayı, kafein ve alkolü çıkartıyorsunuz. Uzun vadede makarna, pirinç gibi rafine karbonhidratlar yememeye alışıyorsunuz. Turşu, yoğurt, kefir gibi fermente gıdaları hayatınıza sokuyorsunuz. Ama en önemlisi, bu SPA’da kaymak, krema, tereyağı ve kırmızı et yeniyor! Daha da ilginci, iyi uykunun egzersizden biraz daha önemli olduğu söyleniyor!
Bu program, son 50 yılın empoze ettiği beslenme şekline aykırı. Ama aslında ondan önceki bütün dönemlerde yaşayan insanların kilo verme yöntemine çok benziyor.
N’oldu? Korktunuz değil mi perşembe günü? Aniden gökten büyük büyük viski buzları yağmaya başladı ha? Biz bu boyutta dolu görmemiştik değil mi? Şehri 10 dakika içinde sel götürünce sonunda bir aymaya başladık değil mi?
Hemen sosyal medyada doğanın ağzından, okyanusların ağzından insanoğluna ayar veren fevkalade belgesel videoları yayılmaya başladı.
Okyanus konuşuyor mesela. “Ben okyanusum, sana hayat verenim, verdiğim gibi almasını da bilirim, senden önce de vardım, senden sonra da olacağım” filan diyor.
Julia Roberts’ın seslendirdiği bir başkasında doğa dile gelmiş. “Sizden daha büyük türleri besledim ve daha büyük türleri aç bıraktım, orman da benim ırmak da, davranışlarınız sizin kaderinizi belirleyecek, benimkini değil” şeklinde konuşuyor.
Acı gerçeklerin anlaşılmasına o kadar mutluyum ki.
Doğanın zarar verip, yiyip yuttuğumuz ve sürekli zayıflayan bir gariban gibi algılanmasına çok sinir oluyordum.
Artık doğa tavrını, imajını değiştirdi. Artık algılarımızda “Bitiririm oğlum sizi” filan diyor. “Hepinizin aklını alırım” diye tehdit ediyor.