Paylaş
Geçen gün de Gülay Hanım’ın eski rektör yardımcısı, şimdiki Boğaziçi Üniversitesi rektörü Mehmed Özkan Hoca’yla okulda buluştum.
Bizim orta kantinin (entel kantin de denirdi eskiden) önünde, eğik iki yaşlı ağaç vardır. Geçtiğimiz kış o yoğun karda, bir gün köklerinden çıkıp devrilmişler. Uzmanlar gelip bakmış, “Tekrar dikip, destekleyip, diriltmeye çalışsanız bile yaşamaları yüzde on ihtimal” demiş. Normal şartlarda ülkede, ister üniversite ister başka yer, o ağaçların kereste yapılıp en iyi ihtimalle yerlerine yeni fidan dikilmesini bekleriz değil mi? Hatta hazır ağaçlar gitmişken oraya özel sektörün işleteceği, kâr getiren tatlişko beton bir kahve kiosku filan?!
Mehmed Hoca ise olayı kişiselleştirmiş! O ağaçların kaç yıldır orada durduğunu, artık okulun bir parçası haline geldiklerini söyleyerek, Japonya’da gördüğü, ağaç gövdesini ahşap kafes içine alarak yaşatma tekniğinin uygulanmasını istemiş. Ancak bizim ağaçların boyutundan dolayı, onları ancak demir bir kafesin tutacağı ortaya çıkmış. Sonuç olarak şu çözüm bulunmuş: Tamamen ümit kesilen ve bebek yolundan kampusa devrilen bir ağacın parçalarından, bizim ağaçlara yer yer destekler yapılmış. Ve o bizim öğrenciliğimizde de eğik duran ağaçlar, hayata dönmüş. Üstelik gelip gidenlerden bu görüntüyü bir enstalasyon sananlar bile varmış.
Bu kadar şeyi niye anlattım.
1) Maçka’daki Teknik Üniversite’nin kafe yapılacak diye duman edilmiş bahçesine, kökleri ortaya çıkmış ve molozlar içinde bırakılmış zavallı ağaçlarına üzülen olur, belki yönetime bir fikir verir...
2) Bir de memlekette haşt huşt ağaç kesilirken, üniversitelerin çoğu çimento dağı iken, bu konunun bu kadar ince düşünülmesini yazmak çok zevkli olduğu için.
Öte yandan Boğaziçi aynı Boğaziçi. Bir yanda iftar açanlar, diğer yanda güneşlenenler, hemen ileride yoga yapanlar... Hepsi birbirinin ahbabı, arkadaşı.
Üniversitemi severim, belki biraz taraflı bakıyorum ama...
Sanırım bu anlattığım “Boğaziçi kafası”nı tüm Türkiye’ye yaysak problemlerimizin en az yarısından kurtuluruz!
BU ADAMLAR NASIL GENÇLEŞTİ?
“GENÇ kalma, yavaş yaşlanma” son yılların en büyük sektörü!
Anlatacağım konuya ilk uyanan bilim insanının adı Ellen Langer. 1979 yılında, 70-80 yaşlarında bir grup erkeği bir manastıra çağırıp, orada bir hafta boyunca 1959 yılının ortamını yaratıyor. Fikir, bu adamların beynini 20 yıl önceye döndürmek. Dekorasyon, sohbet, seyredilen filmlerle o eski tarihteki gibi yaşıyorlar. O dönemin olayları yeni gazete haberleri gibi tartışılıyor vs. Adamlar adeta 1959 yılına geri döndürülüyor. Adamların deneyden önceki ve sonraki fotoğrafları objektif bir gruba gösteriliyor. Hepsi deneyden sonraki fotoğrafların eski bir tarihte, adamlar çok daha gençken çekilmiş olduğunu iddia ediyor!
Biyolojik yaş, kaç yaşımızda hissettiğimizle bu kadar alakalı mıdır? O günden bugüne yapılan pek çok çalışma kendini genç hisseden, “Yaşımı göstermiyorum” diyen insanların fiziksel durumlarının bu zihniyete ayak uydurduğunu teyit etmiş! Beyne dair, psikolojik durumların vücudun fiziksel hallerini, hormonları, enzimleri, hatta hücre yaşlanma hızını etkileme gücüne dair birçok çalışma yapılmış. Bir örnek: 46 tip 2 diyabet hastasından, 15 dakikada bir oyun değiştirerek bilgisayar oyunu oynamaları istenmiş. Hepsinin masalarının üstünde bir saat varmış, ama deneklerin üçte birinin masa saatleri normal zamandan daha yavaş akmaya, yani onları kandırmaya ayarlanmış! Kan şekeri gerçek zamanı mı, yoksa beynin algıladığı zamanı mı takip ediyor sorusuna cevap aranmış. Ve evet, kan şekeri, beynin algıladığı masa saatinin “kandırıkçı” zamanına göre değişmiş, iyi mi?
“Kronolojik yaşınızın esiri olmayın” diyor tüm uzmanlar. Beyin vücudu kaç yaşında algılarsa, hücreler de ona uyum sağlıyor!
Yani toprağı bol olsun Prince’in şarkısındaki gibi “Party like it’s 1999”! 1999’daymışız gibi partileyin!
Paylaş