Genç Cumhuriyeti temellendirirken bir dizi devrimler yaptık. Bu devrimler eski rejime rağmen, adeta onlara karşı yapıldı.
Yapılırken de bilimin dışına çıkıldı (Toplumun sosyolojisi, psikolojisi dikkate alınmadı); ben yaptım oldu mantığıyla, akşamdan sabaha yapıldı.
Dolayısıyla toplum, bunları hazmetmekte zorlandı.
Yeni rejim laikliği benimseyerek; bütün dinler veya dinsizliklere karşı eşit mesafede olacağını vazetti lakin verdiği sözde durmadı.
Yeni bir din ve yeni bir dindar insan tipi oluşturmak için akla hayale gelmedik yollara tevessül edilerek, eski dinin ve onun mensuplarının tepkisiyle karşılaşıldı.
İşte burada kantarın topuzu kaçırıldı ve dindarlara çok baskı ve eziyetler yapıldı.
Bu davranış, toplumu ister istemez ikiye böldü. Bunun da sebebi, kimilerinin devleti ve kimilerinin de dini kendi tekellerinde görmeleridir.
Devleti tekelinde gören sözde laikçiler, hayat tarzlarını başkalarına dayatmayı kendilerine hak ve hatta ödev olarak görüyorlar ve bunu, zorla dayattılar ve halen daha da dayatmaya devam eden bir kesim var.
Akılları sıra, tavşana kaç tazıya tut diyecekler.
Yunanistan kurulduğu günden beri genişliyor, bu amaçla yürüttüğü sinsi politikalarla topraklarını üç katına çıkardı. Bütün bu kepazelikleri işlerken de ne hak tanıyor ne hukuk.
Her zaman olduğu gibi, arkasındaki malum emperyalist güçlere güveniyor. İkisi de NATO ülkesi olmasına rağmen, Fransa ile güvenlik anlaşması imzalıyor; buna göre biriyle savaşan diğeriyle de savaşmış olacak. NATO’nun 5. Maddesi zaten bu hükmü vazediyor; bundan dolayıdır ki böyle bir anlaşmanın tek bir manası var, o da bu maddenin Türkiye için işletilmemiş ve işletilmeyecek olmasıdır. Zira mahut üyeler, Türkiye’yi bir NATO ülkesi görmemekte, ‘kerhen üye’ gibi idare etmektedirler.
Zaten Türkiye’yi, NATO müttefiki bir ülke olarak görselerdi 40 yıldır Türkiye’nin savaşmakta olduğu terör örgütlerini destekleyip üzerimize salmazlardı.
Öyle ya, müttefikle savaşıldığı nerede görülmüştür?
Zulüm payidar olamayacağına göre, bu dünya böyle gelmiş ama böyle gitmez. Gitmediği ortada; zira dünyanın üzerinde kurulu olduğu zulüm düzeninin kolonları çatırdıyor.
Rusya ile Çin kendi milli paralarıyla ticarette anlaştılar. Türkiye dahil birçok ülke, aralarındaki ticarette kendi milli paralarını kullanmak üzere anlaştı ve anlaşmaya devam ediyor. Bu demektir ki doların, yani ABD’nin pabucu dama atılıyor, atılacak. ABD’nin hırçınlığı bundan kaynaklanıyor, bu yüzden Türkiye’deki seçimlerde muhalefeti destekliyor ve Yunanistan’ın her tarafına üsler kuruyor.
Dün, Türkiye vesayet döneminde iken oyuna getirilmiş ve içimizdeki darbecilere, Yunanistan’ı NATO’ya aldırtmışlardı. Vesayet dönemi bitti, artık Türkiye kararlarını kimseden talimat almadan verebiliyor.
Önce ABD’den askeri bir heyet gelir, TSK’nın tüm birliklerini gezip incelerler, gerekli eksiklikleri tespit ederler. Bunun sonrasında da Amerika’nın elinde kalmış ne kadar hurda askeri araç ve gereç varsa hepsini Türkiye’ye gönderirler.
Yapılan yardım anlaşmasının 2. ve 4. maddeleri ile Türkiye’nin elini kolunu bağlarlar. Bu maddelere göre; Türkiye, ABD’den aldığı silah ve mühimmatı komünizm tehlikesi dışındaki bir durumda kesinlikle kullanamayacaktı.
İsmet İnönü’nün imzaladığı bu ve bir diğeri eğitim konusundaki anlaşmalarla Türkiye’nin geleceği ipotek altına sokulmuştur. Bunların sancılarını o gün bugün çekmekteyiz.
Yapmış olduğu anlaşmanın ilk darbesini bizzat İnönü, başbakan olduğu 1964 yılında yemiştir. Kıbrıs gerginliğinde, Sovyetler Türkiye’yi tehdit edince, ABD Başkanı Johnson, İnönü’ye bir mektup gönderir. Johnson mektubunda; Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmemesi gerektiğini, ettiği takdirde elinde bulunan ABD menşeli silahları kullanamayacağı ve Sovyetler’in müdahalesi karşısında da kendilerinin ve NATO’nun seyirci kalacaklarını ihtaren bildirdi.
Dikkat ediyor musunuz, komünist Sovyet Rusya ile savaşta bile yanımızda olmayacaklarını söylüyor. NATO’nun Türkiye’yi korumayacağını o zamandan ilan etmesine rağmen bu durumu anlamamamıza veya anlayıp da gereğini yapmamamıza ne demeli?
ABD’nin bu denli kepazeliği karşısında İnönü; “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini alır” demek zorunda kalmış lakin o dediği, o gün bugün kuvveden fiile çıkamamıştı.
Sadece İnönü değil, gelip geçen tüm siyasi liderler (darbe liderleri hariç) ABD’nin hışmına uğradı. ABD’nin yörüngesine sokulan Türkiye’nin bağımsız kararlar almasına ve kendisini bağımsızlığa taşıyacak büyük hamleler yapmasına imkân tanımadılar.
Zira bu uğurda atılan her adımın önü darbeyle kesiliyordu.
En ileri teknolojilere sahip Avrupa kıtası ülkeleri, bu kışı nasıl geçireceklerini kara kara düşünüyorlar. Refaha alışmış halkların birdenbire bu denli irtifa kaybedeceklerini kimse düşünememişti.
Rusya doğalgaz vanalarını kısınca, dünyanın en gelişmiş ve sözde en medeni ülke halkları, sudan çıkmış balığa döndü.
Ne yapacaklarını şaşırdılar. Daha dün seçilmiş yöneticiler, tüm itibarlarını kaybetmiş durumdalar.
Düşünebiliyor musunuz; sanayi devi Almanya’nın geceleri sokakları kapkaranlık.
Avrupalı, bahçesini sulayamıyor, arabasını yıkayamıyor ve hatta kendileri bile doğru dürüst yıkanamıyorlar. Yöneticileri, kendilerine yıkanmak yerine nemli bir bezle silinmelerini veya buzla vücutlarını ovmalarını salık veriyor.
Doğalgazla kombilerini çalıştıramayacak Avrupa halkları, kömürlü sobaya dönmenin yoğun gayreti içindeler. Attan inip eşeğe binmek belli ki kendilerine çok zor gelecek.
Daha durun bakalım, bunlar daha iyi günleri; asıl kara günleri karda kışta olacak. Pandemide birbirlerinin maskelerini çalıyorlardı; kendileri üçüncü-dördüncü aşıyı olurken bir kere bile aşı olamamış ülke halklarını akıllarına bile getirmiyorlardı.
Yüzyıllar boyu sömürdükleri ülke halklarına reva gördükleri hayat tarzını, bir nebze olsun, kendileri tatsınlar bakalım. Böylece bakarsınız ayakları yere basar da biraz olsun insafa gelirler.
Adamı, ufak tefek gören Temel: ‘Ne özrü?’ deyip yumruğu suratına patlatır. Çelimsiz gözüken adam, meğerse boksörmüş, vurduğu gibi Temel’i yere seriyormuş. Temel’in perişan haldeki durumunu gören Dursun, işin yumrukla olamayacağını anlayınca şöyle haykırır: ‘Ula! Tak ona bıçağı; ne duruyorsun?’
Ağzı burnu kan revan içinde kalan Temel, ‘Dikine duramıyorum ki nasıl takayım ona bıçağı?’ diye sızlanır.
ABD’nin gemisine bindirildiğimiz 1945’li yıllardan beri; dayak yiyoruz, yerlerde sürünüyoruz. Vurdukları gibi oturtturuyorlar. Ayaklarımızın üstüne kalkmamıza asla müsaade etmiyorlar.
Temel gibi, bir dik durabilsek ne yapacağımızı biliyoruz ama...
Deliye pösteki saydırır gibi âdeta bizi ‘meşguliyetle tedaviye’ tabi tuttular.
On yıllar boyu, toplum olarak nelerle uğraştığımızı ve halen daha nelerle uğraştırıldığımızı görürseniz; tüm enerjimizin toprağa verildiğini anlarsınız.
İncir çekirdeğini doldurmayan meselelerle, sürekli ayrıştırıp kavga ettirdiler. Sittin senedir, başörtüsü yüzünden kavga edip durduk. Üstelik kavga ettiğimiz yer, Müslüman mahallesiydi. İsteyen takar, istemeyen takmaz diyemedik. Başörtüsünün rejimimizi yıkabileceğini vehmettik. Müslüman mahallesinde salyangoz satanlar, öyle anlamamızı sağladı.
Bugün geldiğimiz bu noktada bile, zaman tünelinde kalmış bir aklı evvel çıkıp
Bunlardan her birisi, tek başına seçimi kazanamayacaklarını bildiklerinden, oluşturdukları bu alametle, ‘tırtıklama’ yöntemiyle Erdoğan’ı alaşağı etmek istiyorlar.
Hepsi o kadar. Gerisi: ‘Bizden sonrası tufan!’
Küsurat partilerinin asıl amacı, belirli bir varlık gösterip siyaset arenasına damga vurmak değildir. Zira millet, bunların cemaziyülevvelleri biliyor. 20 sene Erdoğan’ın kılıcını salladıktan sonra görevlerinden alınınca Erdoğan’a kılıç çekmenin şahsi garezleri olduğunu herkes biliyor.
Dolayısıyla mahut 6’lı masa boşuna toplanıp dağılıyor, kendi kendilerine gelin güvey oluyorlar; zira onlar da biliyor ki her türlü kararlarında asıl belirleyici olan HDP’dir.
Bunlar Yedi Kocalı Hürmüz’den bile beterler, zira altısı birden yedinci kocanın ağzına bakıyor. O ne derse, o olacak. Malum o da kendiliğinden bir şey söyleyemez; ona da söyletenler var!
6’lı masanın düştüğü çukura bakar mısınız? PKK ve FETÖ’nün, dolayısıyla ABD’nin güdümünde icraatta bulunabilecekler.
Malum HDP de dağa soracak, dağ da tüm talimatları şeytandan (ABD başkanı) alıp bunlara bildirecek.
Erdoğan
1950 yılından başlayan yakın tarihimizdeki demokrasi maceramızda; 1950’de DP’nin (Adnan Menderes), 1965’te AP’nin (Süleyman Demirel), 1983’te ANAP’ın (Turgut Özal) ve 2002’de AK Parti’nin (R. Tayyip Erdoğan) tek başlarına iktidara gelişlerindeki büyük başarı, necip milletimize, milletimizin engin sağduyusuna aittir.
Milletimiz her seferinde sandığın hakkını vermiş ve seçimlerde, yönetimde istikrarı temin etmiştir (Bir siyasi partiyi tek başına iktidara taşımıştır). Ama gelin görün ki iç ve dış vesayet odakları, istikrarımızı bozmak için, her türlü hileye, desiseye ve darbeye başvurarak milli iradeyi boşa çıkarmış ve ülkeyi sürekli kaosa sürüklemişlerdir. (Darbelerle oluşturulan ucube hükümetler)
Vesayetin en sinsi ve korkunç planı ise, FETÖ tipi paralel yapılanma ile iktidara gelecek tüm partilere kadro yetiştirmek olmuştur. Böylece iktidarlar, kendi elleriyle, bürokratik oligarşiye teslim olmuşlardır.
Vesayetle ortak çalışan bürokrasi yüzünden, gelip geçen hiçbir iktidar muktedir olamamış, tabir caizse hükümetçilik oynayıp gitmişlerdir.
Bu denli korkunç gidişin farkına varabilen yegâne lider Tayyip Erdoğan olmuştur. Başlangıçta (farkına varmadan önce), diğer liderler gibi Sayın Erdoğan da bu yapıyla yan yana yürümüştü.
Bunların gerçek yüzlerini gördüğü andan itibaren de onlarla tek başına, ölümüne mücadeleye girişmiştir.
Malum AK Parti kitle partisidir; bu denli devasa kitle partisini bölünmeden, bir arada tutabilmek ve girdiği her seçimde zaferle çıkmak, öyle her babayiğidin harcı değildir.
Bunu da AK Parti, Sayın
Dava dedikleri şey de halkın değerleri, kutsalları, kültürel ve sosyal dinamikleriydi.
Dolayısıyla halkın nezdinde de tercih edilen siyasetçi tipi, dava insanı olanlardı.
Malum her kürsüye çıkan, mangalda kül bırakmayarak dava insanı olduğunu söylüyor; halk da bunların görünüşüne (söylemlerine) bakarak inanıyor ve oy veriyor.
Diğer bir ifadeyle; ‘Benim alametifarikam (ayırıcı özelliğim, niteliğim) budur; asla rakiplerime benzemem, zira onlar halka rağmen iş yapan, bizse halkın yanında, halkla beraber ve halk için hizmet üreten kişileriz’ derler.
Ziya Paşa’nın dediği gibi: ‘Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz; şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde!’ Yani insanın aynası iştir, lafa bakılmaz; bir kişinin aklının derecesi, yaptığı işte görünür.
Ziya Paşa’ya bir ilave de biz yapalım; kişi, iş yapsa bile, yaptığı işi niçin yaptığına (nasıl yaptığından ziyade) bakılır. Zira gösteriş için, yani desinler diye nice iş yapan kişiler vardır ki bunlarda değil dava insanlığının, samimiyetin zerresi yoktur.
Böyleleri tipik münafıktır; insanları kandırmak için öyle görünmüşlerdir.
Abdullah Gül