Hemen her şeyi en ince teferruatına kadar hesap etmelerine rağmen, bir yerde, çok büyük bir hata yaptılar.
Dokuz benzemezi bir araya getirip istedikleri gibi yönlendirdiler lakin bu ülkenin asıl sahiplerini unuttular ve bu unuttukları ana unsura rağmen politika üretmeye kalkıştılar.
Öyle, “CHP’nin 6 okundan biri de milliyetçiliktir; kimse bizim milliyetçiliğimizi sorgulayamaz” gibi beylik laflarla peynir gemisi yürütülemez. Nitekim yürütülemedi.
Türkiye’yi bölmeyi hedeflemiş terör örgütleriyle ortak hareket edeceksin ve buna paralel olarak, onların emirlerine uyup teröristleri salıvermeyi vadedeceksin.
Şom ağızlar “15 Mayıs sabahı İmralı’nın kapıları kırılacak!” diyecek ve sen, o koltuk uğruna bütün bu kepazelikleri sineye çekecek ve tek bir laf etmeyeceksin.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun sükûtu, ikrardan başka bir mana ifade etmedi ve Türk milliyetçileri, kendisine gerekli cevabı verdi.
Aklı sıra, Muharrem İnce’yi saf dışı bırakarak, milliyetçi oyları kendine çekecekti. Bunun için de, ağababaları, aşağılık bir kumpasla İnce’yi oyun dışına itti. Kılıçdaroğlu, önce kendisi için bir kaset çıkarılacağının işaretini verdi. Dikkatleri oraya toplayarak mağduru oynadı; ardından, o aşağılık kasetler zincirini devreye sokmaya yeltendi.
Muharrem İnce
Yarınki tarihi günde vereceğimiz oylarla, devlet ve millet hayatımızın geleceğini şekillendireceğiz.
Yarınki seçim sandığına gitmemek ve dolayısıyla oy kullanmamak büyük vebal taşımaktadır. Ha sandığa gitmemişsin ha hiç istemediğin partiye oy verip onu iktidara taşımışsın.
Bu sorumsuz ve eyyamcı tipler, bana dokunmayan yılan bin yaşasın idraksizliği içindeler.
Washington’dan Londra’ya, Pekin’den Paris’e, Stockholm’den Roma’ya, Berlin’e kadar, hemen tüm ülkelerin; Asya’dan Afrika’ya, Avrupa’dan Amerika’ya kadar tüm kıtalarda yaşayan mazlum milletlerin gözleri Türkiye’deki seçimlerde olacak.
Zira Türkiye, dün olduğu gibi bugün de zalimin karşısında, mazlumun yanındadır.
Bundan dolayıdır ki zalimler, Türkiye’ye diş gıcırdatarak, mazlumlar ise dua yakaran gözlerle bakmaktadır.
Ülkemiz, 400 yıllık gerileme dönemiyle, kelimenin tam anlamıyla altüst oluşu yaşadı.
Cihanın tüm namertleri birleşti, yiğidi yere serdi; işte o yiğidin, düştüğü yerden kalkma vaktidir. Diğer bir deyişle, kendisine biçilen kefeni yırtma vakti geldi!
Bu durum, bir yerde Sayın Erdoğan’ın şanssızlığı veya şansıydı; nasıl değerlendirirseniz değerlendirin. Zira İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı da aynı olumsuz şartlarda devralmıştı.
Havası solunamayan, suları akmayan, yolları çamur deryası ve çöp dağları oluşmuş hayalet bir şehirdi İstanbul. Oluşturulan ekibin hummalı çalışması ile İstanbul, kısa sürede derlenip toparlandı.
Aynı gayret, bu kez de merkezi idarede gösterildi ve yerlerde sürünen Türkiye ayağa kaldırıldı.
Bu süre zarfında Sayın Erdoğan ve AK Parti 15 ayrı seçime girdi ve hepsinde açık ara kazandı. Onu ve ekibini bu denli uzun süre, tek başına iktidarda tutan ve halen daha tutmaya devam eden olgu; aşkla ve yorulmaksızın çalışmaları, milletin, yıllara sâri kangrenleşmiş problemlerini çözmeleri, Türkiye’yi ‘uydu-edilgen’ konumdan alıp ‘belirleyen’ konuma çıkarmaları ve umut olmalarını sürdürmeleridir.
Türkiye’nin bu denli göz kamaştırıcı kalkınması, bunun sonucunda da başına buyruk ve bağımsız (sözde değil, özde bağımsız!) bir devlet haline gelmesi; Türkiye’yi parantez içinde tutmaya ve istedikleri gibi yönlendirmeye (süründürmeye) alışmış Batılı emperyalist ülkeleri çıldırttı.
Çıldıran ülkelerin başında, 1940’lı yıllardan beri Türkiye’yi arka bahçesi olarak gören ABD gelmektedir.
Başta ABD olmak üzere, tüm emperyalist ülkelerin tek dertleri Sayın Erdoğan’dan kurtulmaktır! Zira Batılı emperyalistlere göre, Sayın Erdoğan yeni bin yılın Selahaddin-i Eyyubi’sidir.
Vaktiyle de tüm Haçlılar toplanmış, Kudüs’e akın etmişti;
Annelerimize bu zulmü reva görenler, sözde Kürtçülük davası güden, gerçekte ise emperyalizme uşaklık eden bir kısım sözde Kürtlerle, Kürtlükle ilgisi olmayan, emperyal emellere hizmet eden başta Ermeniler olmak üzere, envaiçeşit Batılılardır.
Batı emperyalizmi, vekâlet savaşının en korkuncunu, en acımasızını ve en kanlısını Türkiye üzerinde deniyor. Bu anlamsız savaşta, bir kısım insanlarımız kullanılarak kardeşi kardeşe kırdırıyorlar.
Kırk yıl boyunca Kürt annelerinin ocaklarından, evlatları (ciğerpareleri), kız-erkek bakılmaksızın koparılarak dağa (Kandil) çıkarıldı.
Çoğu reşit bile olmayan bu yavrucaklar, her türlü tacize uğruyor, beyinleri yıkanıyor ve her biri canlı bomba haline getirilip çeşitli terör eylemleri için kullanılıyor.
Acılı anneler, evlatlarını kaçıran dağ kadrosunun Meclis’teki uzantısı olan HDP’nin Diyarbakır İl Merkezi binasının önünü, yıllardır, mesken tuttular.
İstediler ki buradaki feryatlar, ülkemizin dört bir yanında ve ardından da dünyanın tüm insan hakları savunucusu olan kurum ve kuruluşlarında yankılansın.
Batı ve Batılı sözde insan hakları savunucuları, her zaman olduğu gibi çifte standart hallerini sergileyip Diyarbakır annelerini görmezden geldi ve gelmeye devam ediyorlar.
İçimizdeki aymazlar da (özellikle ABD Başkanı’nın dizayn ettiği muhalefet bloku) Batılı hempalarından geri kalmadı. Dağdaki teröristleri ziyaret edip onların sözcülüğüne soyundular, lakin Diyarbakır anneleri için ağızlarını açıp tek laf etmediler.
Osmanlı Cihan Devleti, kuruluşundan itibaren dört asır boyunca, üç kıta yedi iklimde at koşturmuş; “İ’la-yı Kelimetullah” (Tevhit inancını yüceltip insanlara ulaştırmak) davasının öncüsü ve yılmaz savunucusu olmuştur.
Müslüman Türk’ün kaderi, hep ittifak halindeki birçok düşmanla aynı anda savaşmak olmuştur.
Haçlı Seferleri, bu durumun tipik örneğidir. Karlofça Anlaşması’ndan önce de, meydana gelen savaşlarda, Haçlı ittifakı, Rusları da yanlarına alarak, Osmanlı’yla savaşmışlardı.
Kaybettiğimiz bu savaşlarla Osmanlı, gerileme dönemine girmiş; elimizden çıkan bu ilk toprak kayıplarının ardı arkası kesilmemiştir. Batı ittifakı, Osmanlı’ya karşı, altın vuruşunu Birinci Cihan Savaşı’nda yaptı ve böylece, asırlardır bekledikleri emellerine ulaşmış oldular.
Kurtuluş Savaşı ile küllerimizden doğduk lakin hemen akabindeki 2. Büyük Savaş’ın bitimiyle dahil edildiğimiz NATO ile yeniden edilgen bir ülke konumuna getirildik.
O gün bugündür, hakkımızdaki kararları, onlar (güçlü ve galip olanlar) veriyor ve maddede ve manada güçlenmemize asla müsaade edilmiyor.
Demokrasiye geçtiğimiz günden beri, hangi başbakan, bize özgü, bizim lehimize bir karar almak istemiş ve bizi maddede ve manada kalkındırmak istemişse, darbeyle alaşağı edilmiştir.
Aynı darbelerin envaiçeşidi ve hatta bunların daniskaları, Sayın
Günümüz gençliği, ülkemizin hangi badireleri atlatıp, bugünlere nasıl geldiğimizi nereden bilsin? Sittin seneyi aşkın o netameli yılları, kitaplardan veya hatıralardan okuyabilir veya büyüklerden dinleyebilir ve kısmen öğrenebilirler ama yaşamadıkları için, o kaotik günlerin ıstırabını yüreklerinde hissedemezler.
2. Büyük Savaş’tan sonra ülkemiz ABD’nin güdümüne sokuldu. ABD, iktidara gelse de asla muktedir olmayan, olamayan başbakanlarımızla kedinin fareyle oynaması gibi oynadı.
Bu hazin durumun tipik örneği, (kendi tabiriyle) altı kere gidip yedi kere gelen Süleyman Demirel’dir. Demirel’in de, diğer başbakanlar gibi, sözde iktidarları ‘iğneli fıçıda’ geçti.
Ne vakit yerli ve milli bir karar aldılarsa, ABD’nin hışmına uğradılar.
Malum dünyanın 2. büyük taksiminde Türkiye, NATO’ya dahil edildi; yani ABD’nin uydusu yapıldı.
Dünyada Sovyet (komünizm) tehdidi vardı ama bu durum Türkiye ve diğer NATO ülkeleri için söz konusu değildi. Tehdit olarak gösterildi lakin ABD ile Sovyetler, kendi nüfuz sahalarında anlaşmışlardı. Sovyetler, NATO üyesi olmayan doğu Avrupa ülkelerini (Polonya, Çekoslovakya, Bulgaristan; Romanya, Doğu Almanya vb.) kendi hegemonyasına aldı. Zira bunların hiçbirisi NATO ülkesi değildi.
ABD, sürekli olarak, Sovyetleri Türkiye için
Sultan Hamid Han, padişahlığının daha ilk yıllarında vuku bulan Osmanlı-Rus Savaşını gerekçe göstererek, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı kapattı ve çiçeği burnunda olan anayasayı askıya aldı.
Aklıevvel paşaların yapmış oldukları anayasaya göre teşkil eden Meclis’te azınlıkların sayısı çoğunluktaydı. Türklerin meclisinde, Türkler azınlıkta kalmıştı.
Dizginleri eline alan Sultan, İmparatorluğu, görevde kaldığı müddetçe (33 yıl) yıkılmaktan korumuştur.
Sultan’ın karşısında, tıpkı bugünkü gibi dışarıdaki şer güçler, içerideki aveneleri ile el ele vererek birleşmişlerdi. O gün de bugünkü gibi; dindar görüneni, halkçılık taslayanı, komünisti sözde milliyetçisi-gayri millisi, bölücüsü (PKK, YPG, PYD vb.)-cemaat görünümlü terör örgütü (FETÖ) bir olup emperyalizmin safında yer aldılar.
Evliya ruhlu Sultan Abdülhamid, isyancılara karşı koymadı (kardeş kanı akmasın istedi -ki, bizim kanaatimize göre yanlış yaptı). Sonunda Sultan’ı tahtından indirdiler. O gün de koro halinde; ‘Abdülhamid gitsin de ne olursa olsun!’ diyorlardı.
İşbaşına gelen İttihat Terakki sergerdeleri, yalnızca on yıl içinde, koca İmparatorluğu paramparça ettiler.
Zamanında devlet başa denilmedi, denilemedi ve kuzgun leşe geldi!
Mümin aynı delikten iki kez ısırılmaz. Bu devlet sokakta bulunmadı. Her karış toprağı şehit kanıyla yoğrularak yurt yapıldı.
Eli kolu bağlı böyle bir durumda, siyasetçi ne yapabilecektir?
Ayrıca siyasetçi, kendini alaşağı edecek kepazelikten de (kendi ordusunun gizli faaliyetlerinden) haberdar değildi. Burada bir nokta koyup “MİT, Başbakana bağlı değil mi?” diye bir soru akla gelebilir.
2009’dan önce, Türkiye’deki istihbarat kurumlarının (MİT, Emniyet, Genel Kurmay, Jandarma) nereye hizmet ettikleri belli değildi! Hatta birbirlerine kontra gittikleri olurdu.
Vesayet altındaki sözde Parlamenter Sistem’de, MİT Başkanı, kendisinin CIA’in Uzak Doğu İstasyon Şefi olduğunu söylüyordu. Dolayısıyla ülkedeki istihbarat kuruluşlarının topladıkları bilgilerden, en önce CIA’in haberi oluyor; CIA, gerekli gördüklerini gerekli gördüğü şekilde bizim yetkililerimize (!) veriyordu.
Dolasıyla bizim ülkemizde darbe olacağını ABD’li yetkililer biliyor, kişi kendini bilmez mi, lakin Türkiye’nin sözde yöneticileri bu bilgilerden mahrum ediliyordu.
Daha açık ifadesiyle Türkiye’nin siyasileri kendilerine verilen bilgiler doğrultusunda hareket ediyordu. Bilgileri veren FETÖ’cüler olunca, (malum, tüm birimlerin istihbarat şubeleri FETÖ’cüydü) hangi siyaset ve devlet insanı, FETÖ’nün bir terör örgütü olduğunu bilebilirdi?
Din ve eğitim kisvesi altında saklanan bu örgüte, Erbakan hariç (O da, Nurculara olan hıncından! Zira onlar, vaktiyle MSP’yi ikiye bölmüşlerdi) asker ve sivil tüm üst kademe yardımda yarış halindeydi.
Bunlara yapılan yardım konusunda; ‘