ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali öncesinde, Türkiye’nin 1 Mart tezkeresini reddetmesinden sonra Washington, Barzani ve Talabani liderliğindeki Kürt gruplarla kuzeyden cephe açtı. Bu ittifakın siyasi ödülü Talabani’nin Irak Cumhurbaşkanlığı’na, Barzani’nin de Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanlığı’na getirilmesi oldu. Ayrıca, ABD ordusuna yardımcı olan peşmergeye de önemli ölçüde askeri yardım yapıldı. Irak ordusundan kalan silahlar da verildi.
Bu durumdan yararlanan sadece Barzani ve Talabani olmadı. Aynı zamanda PKK da yararlandı. ABD, PKK’yı da hem siyasi hem askeri açıdan destekledi, bölgeye yerleşmesine ve güçlenmesine yardımcı oldu.
BARZANİ Mİ, ÖCALAN MI?
Kuzey Irak’taki bu gelişmelerden sonra Abdullah Öcalan ile Mesud Barzani arasında zaten var olan tüm Kürtlerin liderliği konusunda bir rekabet başladığı biliniyor. Öcalan, Türkiye’ye teslim edilmiş ve mahkûm edilmiş olmasına rağmen, PKK ile Barzani arasındaki bu yarış devam etti.
Bugünkü durumda ise PKK silahlı güç açısından Barzani’yi tehdit edecek boyutlara ulaştı. Siyasi olarak da varlığını güçlendiren PKK, şimdi Barzani’yi de devirip, Kuzey Irak’ta da egemen olmak istiyor.
Türkiye 2003’teki gelişmelerden sonra politika değiştirdi. Daha önce Kuzey Irak’taki Kürt grupların bağımsızlık ilan etmelerini “kırmızı çizgi” olarak gören Ankara, PKK’nın güçlenmesi karşısında politika değişikliğine gitti ve Barzani ve yönetimiyle iyi komşuluk ilişkisine girdi. Kuzey Irak’a yardımcı olmaya başladı. Özellikle ekonomik ilişkiler, yatırımlar bakımından Ankara-Erbil ilişkileri çok gelişti.
Barzani de söylem ve politika değişikliğine giderek Ankara’dan yana tavır almaya başladı. PKK ile arasına mesafe koydu ve gücü yettiği kadar Öcalan ve PKK’nın, “Komünal-Konfederal Kürdistan” projesinin dışında kaldı.
İKİ BÖLGE BİRLEŞİRSE
PYD’nin, PKK ile arasına meafe koyup, Kandil’den koparak Suriye’nin kuzeyinde bir kanton kurması halinde, Türkiye’nin bunu tolere edebileceğine yönelik fikirler tartışılıyor.
PYD’nin, Kuzey Irak’ta Mesud Barzani’nin yaptığı gibi PKK ile ilişkisini kesip, hatta ona karşı durup, Kuzey Suriye’de bir özerk bölge oluşturmasının kabul edilebileceği görüşü işleniyor.
Anlaşılıyor ki amaç, silahsız ve PKK’dan kopmuş bir PYD’nin özerk bir yönetim olarak Kuzey Irak gibi Türkiye ile iyi ilişkiler kurmasını esas alan bir model üzerinde kafa yoruluyor.
PYD-YPG NEDİR?
Böyle bir model üzerinde kafa yormadan önce PYD-YPG’nin ne olduğu ve PKK-KCK’dan ayrılıp ayrılamayacağı sorularına yanıt aramak gerekir.
PYD (Partiya Yekîtiya Demokrat-Demokratik Birlik Partisi), Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan verdiği talimatla, PKK’nın Suriye kolu olarak Ekim 2003 tarihinde kurulmuştur. Aynı yıl İran’da yine Öcalan’ın talimatı ve PKK’nın kontrolünde 2002’de kurulan, “Demokratik Birlik Hareketi”nin adı 2003 yılında PJAK (Partiya Jiyana Azad a Kürdistanê-Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) olarak değiştirilmiştir. Irak’ta ise Nisan 2002’de PÇDK (Partiye Çareseriye Demokratik Kurdistan-Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi) kurulmuştur. Bu üç örgüt de PKK’ya bağlı faaliyet yürütmüşlerdir.
PKK ile birlikte bu üç örgüt, Öcalan tarafından 2005’te kurulan KCK’ya (Koma Ciwaken Kürdistan-Kürdistan Topluluklar Birliği) bağlanmıştır. Öcalan, KCK için “Kürdistan Demokratik Topluluğu” açılımını kullanmaktadır. KCK, devlet yapısı olarak örgütlenmiştir. KCK Sözleşmesi, bu devletin anayasa metnidir. Dört ülkedeki örgütlerin bağlı oldukları, yasama, yürütme ve yargı organlarına sahiptir.
Öcalan
İttifakın bir sonucu olarak hükümette ve bürokraside MHP’lilerin yer alacağına ilişkin tahminler tavan yapmış durumda.
MHP Lideri Devlet Bahçeli, 7 Haziran seçimlerinden sonra da 1 Kasım seçimlerinden sonra da daha önce birlikte cumhurbaşkanı adayı çıkarmış olmalarına rağmen, CHP ile birlikte hareket etmedi. 1 Kasım seçimlerinden sonra AK Parti’yle ittifaka yöneldi.
Bu yakınlaşmada, hükümetin PKK ve Suriye konusunda değiştirdiği politikalarının MHP ile örtüşmesi, 15 Temmuz darbe kalkışması ve MHP içindeki muhalefetin genel başkan değiştirmeye yönelik kongre toplama girişimleri başlıca etkenler olarak görülüyor.
Türkiye’nin 1 Mart 2003 tezkeresini reddetmesinden bu yana, Kuzey Irak’ta PKK’ya verilen askeri ve siyasi destek biliniyordu.
O dönemlerde el altından yapılan askeri desteğin Suriye içsavaşından sonra artık açık hale getirildiği görülüyor.
ABD, Rakka operasyonu için hazırlık yapılıyor gerekçesiyle YPG’yi gelişmiş silahla ve zırhlı araçlarla donatıyor. Askeri malzeme ABD uçaklarıyla Suriye’nin kuzeyine indiriliyor ve terör örgütüne teslim ediliyor. Örgütte hem ABD hem Rus yapımı silahlar mevcut. Son operasyonlarda PKK’nın elinde omuzdan kullanılabilen roket ateşleyici de ele geçirilmişti.
PKK-PYD-YPG’nin eline taşınabilir ve karadan havaya füze sistemleri verilmesinin amacı ne olabilir? Güvenlik uzmanları PKK’nın elindeki bu silahların hedefinin Türk helikopterleri olduğunu vurguluyor. Bu silahların DAEŞ’le mücadele için verilmediği açık.
Bu çapta bir sınır ötesi harekâtın mahiyetini doğru anlamak için o harekâtla gözetilen stratejik hedefe bakmak gerekir.
Türkiye’nin, Fırat Kalkanı operasyonuyla güttüğü stratejik nitelikteki hedefi nedir?
Bu sorunun yanıtı, “Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve ulusal birliğinin korunması”dır. Bunun anlamı, Türkiye’nin bekasına yönelmiş tehditleri bertaraf etmek üzere Suriye’ye girdiğidir. Bu stratejik hedefe ulaşmak için Türkiye, “Suriye’nin de toprak bütünlüğü ve ulusal birliğinin korunması” politikasını desteklemektedir. Bu aynı zamanda Türkiye’nin de bekasını güvence altına almak anlamı taşımaktadır.
DOMİNO ETKİSİ
Türkiye, Suriye’nin parçalanması ve kuzeyinde bir PKK-PYD federasyonu kurulması halinde bunun ‘domino etkisi’ yaratacağı düşüncesindedir. Suriye’nin kuzeyinde böyle bir devletimsi yapının oluşması halinde bunun Kuzey Irak’ı tetikleyeceği ve Barzani yönetiminin önalıp bağımsızlık ilanına yönelebileceği hesap edilmektedir. Kuzey Suriye’de ve Kuzey Irak’ta bu tür gelişmenin ise Güneydoğu’yu Türkiye’den koparmak, bu iki oluşuma katmak yönünde baskı oluşturacağı ve bu
faaliyetleri besleyeceği kaygısı söz konusudur.
Ankara’nın stratejik hedefini göz önünde bulundurarak, Suriye’de yürüttüğü operasyonun ulaşmaya çalıştığı sonuçlara bakalım...
SINIR GÜVENLİĞİ
15 Temmuz’dan sonra meslekten ihraç edilen asker-sivil kamu görevlilerinin sayısı 100 binin üzerinde. Kitlesel boyutta ihraçlar devam ediyor. Bu sayılar devletin kılcal damarlarına kadar FETÖ işgali altında olduğunun kanıtları.
Devletin bu işgalden kurtarılması acil ve hayati bir ihtiyaçtı. Bu nedenle FETÖ veya PKK terör örgütleriyle bağlantısı saptananların meslekten çıkarılmaları ve yargıya havale edilmeleri yapılması gereken bir işlemdi. Terör örgütünden talimat alan bilim adamı, öğretmen, savcı, yargıç, asker, polis olamaz.
Kitlesel işlemler arasında haksız olanlar mutlak vardır. Devletin bir görevi ve sorumluluğu da bu haksızlıkları gidermek, yanlış işlemleri düzeltmektir. Nitekim, KHK’larla yapılan toplu ihraçlardan sonra yanlış olduğu anlaşılan kararlar geri alındı, yeni KHK’larla göreve iadeler yapıldı. Devlet, ihraç ederken de göreve iade ederken de çok titiz davranmalı, hatasız çalışmalıdır.
Her türlü özene karşın hata yapılmışsa da büyük kayıplar oluşmadan acil olarak düzeltecek bir mekanizma kurulmalıdır.
KUŞKU
FETÖ’nün devlet içinde bu denli yaygın örgütlenmiş olması asker-sivil bürokraside kuşkuyu artırdı. O kadar ki, kimsenin kimseye kefil olacak hali kalmadı. Herkes herkesten kuşkulanır hale geldi.
Bunun nedeni devlette hangi kuruma girseniz, hangi taşı kaldırsanız altından FETÖ’cülerin çıkmasıydı. Buna ilave olarak birçok kurumda öyle isimlerin FETÖ bağlantısı ortaya çıktı ki, birçok insan üzerinde şok etkisi yarattı. Kendini ateist olarak tanıtan, en keskin solcuları bile beğenmeyen bazı sivil toplum kuruluşlarının yöneticilerinin bile FETÖ terör örgütünün adanmış üyeleri olduğu anlaşıldı. Amir memuruna, memur amirine güvenemez hale geldi.
Bu durum, toplu ihraçların kamu vicdanında yer bulmasına hatta desteklenmesine neden oldu. Arada hata kurbanı olanlar varsa, onların sonradan düzeltilebileceği düşüncesiyle, ihraç, açığa alma gibi işlemler genel olarak kamuoyunca da onaylandı.
Başkan Obama, Bush-Rice ikilisinden gelen “Ortadoğu’da rejimlerin ve sınırların değişmesi” projesini bir felakete dönüştürdü. Bu felaketi Trump’a devrederek Beyaz Saray’dan ayrıldı.
Yol açtığı bu felaket nedeniyle, en başarısız ABD başkanlarından biri olarak tarihe geçecek olan Obama’nın temel yanılgısı ‘Arap Baharı’ sürecidir.
2010 yılının sonlarında başlayan Arap Baharı sürecini genç kuşağın liberal demokrasi talebi olarak gören; Libya’da, Mısır’da, Suriye’de otoriter rejimlerin devrilip yerlerine ABD desteğinde liberal demokrasilerin kurulacağı yanılgısına düşen Obama, devirdiği ve devirmeye çalıştığı otoriter rejimlerin yerine radikal dinci otoriter örgütlerin yürüyeceğini öngörememiştir.
Suriye devlet bakanı Beşar Esad’ı ‘kenara çekilmeye’ çağırmış, liberal demokrasi isteyen Suriye gençleri yerine karşısında, Irak’ta yarattığı örgütlü ve silahlı DAEŞ’i bulmuştur. Suriye’deki etkin muhalif grupların demokrasi değil kendi otoriter rejimlerini kurmak isteyen radikaller olduğunu hesaplayamamıştır. Buna, Esad’ı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarına dayanarak devirmeyi düşünürken, veto yetkisine sahip Rusya ve Çin’i yok sayma hatası da eklenmiştir. (Detaylı bilgi için bkz. Henry Kissinger, Dünya Düzeni, Boyner yayınları, s. 138-146)
Eski Başkan Obama’nın özellikle son döneminde gerilen Türkiye-ABD ilişkilerinin Trump döneminde nasıl seyredeceği merak konusuydu. İlk izlenim, Trump’ın Ankara’nın beklentilerine uygun mesajlar verdiği yönünde.
PYD VE FETÖ
Beklendiği gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’a açtığı konuların başında PYD-YPG ve FETÖ geliyor. Erdoğan’ın kesin bir dille ABD’nin Suriye’de PYD-YPG’ye destek vermemesi ve Fetullah Gülen’in iade edilmesi talebini Trump’a ilettiği bilgisi yansıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu talepleri iletirken, Türkiye’nin ABD’nin talep ettiği kriminal kişileri tereddütsüz iade ettiğini de hatırlatıyor.
Trump’ın ise Erdoğan’a, ilk ziyaretini bugün Ankara’ya yapacak olan CIA Direktörü Mike Pompeo’yla bu konuların detaylı ele alınması istediğini ilettiği gelen bilgiler arasında. CIA Direktörü’nün ilk ziyaretini Türkiye’ye yapması ve ajandasında bu iki konunun bulunması, Washington’un Ankara’nın beklentileri konusunda hazırlıklı olduğunu gösteriyor.