Direksiyonda daldı mı dalan Claudine yanında sağını solunu öğrenememiş ben Luberon yollarında
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Dünyanın en medeni tabiatı diye bir tanım olsa, bu ancak bu topraklar için uydurulmuş olurdu diye düşünüyorum çevreye bakarken. Göz alabildiğine uzanan lavanta ve gelincik tarlalarından geçiyoruz.
Kış o kadar yağışlı geçmiş ki, yöreyi iyi tanıyan Claudine bile buraları hiç bu kadar yeşil görmediğini söylüyor. Luberon’dayız. Fransa’nın güneybatısında yer alan Provence bölgesinin gözbebeğinde. Paris’in mayıs başından beri yağarak bütün Parislileri depresyona sokan yağmuruna ve on dört dereceyi dirhem aşmayan soğuna bir gün bile katlanacak halimiz kalmadığını fark ettiğimizde aldığımız ani kararın ne kadar doğru olduğunu düşünüyoruz önümüzde uzanan vadiye bakarken. Dünyanın bütün ressamlarının buraya akın etmesi boşuna değil. Gün doğumundan batımına dek çevreyi sarıp sarmalayan ışık öyle yumuşak, öyle huzmeli, öyle değişken ki, insan yerinden kıpırdamadan aynı yöne baksa bile manzarının değiştiği hissine kapılabilir. Buraya kadar az buz yol yapmadık. Nuits des Saint Georges’da verdiğimiz öğle yemeği molası dışında hemen hiç durmadık. Aslında yorgun olmamız gerekir ama tekdüze otoyoldan ayrılıp Avignon sapağından saptığımız andan itibaren geçtiğimiz yerler öyle güzel, doğa öyle huzurlu ki üzerimizde ne miskinlik kaldı ne başka şey. Bir an önce bir yere varmak gibi bir derdimiz de olmadığından kıvrıla kıvrıla giden yolda yavaşça ilerliyoruz.
Acelemiz yok ama gideceğimiz adres belli: Goult.
Goult, her biri birbirinden güzel ve hiçbiri birbirine benzemeyen Luberon köylerinden sadece biri. Konaklamak için Goult’u seçmemezin nedeni ise basit. Ortak arkadaşımız Philippe, bundan sekiz yıl önce ömrünün geri kalanını geçirmek için Luberon’u seçti. Birkaç yıl, en yakın köyün bile hayli uzak olduğu dağ yamacında bir yerde münzevi hayatı yaşadıktan sonra gelip Goult’a yerleşti.
Gideceğimiz adres belli dediysem elimizde sadece köyün adı var. Bir de evinin kilisenin karşısında olduğu gibi muğlak bir bilgi.
Aça kapaya kıvıra yırta boğuştuğum haritaya son kez bakıyor ve bizi köye götürecek yolu gösteriyorum Claudine sağa sap, diyerek.
Buralarda kaybolmak handiyse her kavşakta karşınıza çıkan ve en küçük bir kuşkuya yer bırakmayacak sarihlikte yerleştirilmiş yön levhalarından pek mümkün değilse de direksiyon başında daldı mı dalan Claudine, yanında da bu yaşa kadar sağını solunu öğrenememiş ben olduğumdan hafif diken üstündeyim.
Kilise meydanına geldik.
Karşıda şişman bir kadının işlettiği bir lokanta, sağda köyün anacaddesi üzerine sıralanmış bir dizi ev ve biraz ileride postane görevi de yüklendiği adından belli Cafe de la Poste var.
Evi önce lokanta sahibesine soruyoruz. Adını birkaç kez telaffuz etmemize rağmen kadının yüzünde Phillippe’i tanıdığına dair en küçük bir emare belirmiyor. Güneylilere özgü o yayvan şiveyle Feyylip mi diyor, tağmıyom.
Tamam Goult diğer köylerden nispeten biraz daha büyük belki ama kimsenin kimseyi tanımadığı bir metropol de değil.Tam kadının süzme salak olduğunu düşünecekken aklıma bizim kasabalar geliyor. Hani kimse kimseyi adıyla tanımaz da mesleğini söyleyince çıkarıverir, o hesap, emekli büyükelçi diye üsteliyorum. Bu kez kadının tombul yüzünde kocaman bir gülümseme beliriyor ve neden daha önce söylemediniz sitemi etmeyi de ihmal etmeyerek tam karşıdaki evi gösteriyor.
Cümle kapısı Provence mavisine boyalı üç katlı şirin bir ev bu. Üç gece geçireceğimiz evin kapısını, sekizi vuran çan sesleriyle aynı anda çalıyoruz. Philippe elinde bahçeden yeni koparttığı kekiler, mercanköşklerle kapıyı açıyor. Yüzümüze mutfaktan gelen mis gibi bir yahni kokusu çarpıyor.
Orada kaldığımız dört gün boyunca yazı yollamak için geçirdiğim krizi saymazsak, tam anlamıyla huzur bulutuyla sarmalandık.
Sabah erken kahvaltı edip evin arkasında benim Monet’nin Bahçesi adını taktığım küçük bahçede biraz oyalandıktan sonra çıkıp çevreyi dolandık: Lacoste, Saignon, Viens ve yaz aylarında bu saydıklarımdan daha turistik oldukları söylenen Gord, Rousillon, Menerbes.
Biraz daha zamanımız olsa, ya da zamanı oradaki insanlar gibi yaşamayı becerebilsek yani esiri olmayıp ona hükmetsek daha da uzun kalabilir, vadiyi çevreleyen Luberon tepelerinin zirvelerine yakın köyleri de görebilirdik. Daha asık suratlı, daha mesafeli, daha köşeli insanların yaşadığı söylenen köyleri.
Provence bölgesinin güneyini bilirim: Aix en Provence ve çevresini.
Ama bölgenin yüreği olarak tanımlanabilecek Luberon’a bu ilk gidişim. Cetvelle çizilmiş gibi parsellere bölünmüş bakımlı tarlaları, tepelerin yamaçlarına uzanan yemyeşil bağları, oraya buraya dikilmiş büyülü servileri ve o müthiş ışığın yıkadığı renkleriyle Luberon bana biraz Toscana’yı hatırlattı.
Çim yeşili, nefti, bej, sarı ve onlara karışan lavanta ile gelincik kırmızısı. Bu çağrışım çok da haksız değil, çünkü benzerlik sadece doğa ve ışıkla sınırlı değil: Luberon da tıpkı Toscana gibi sundukları ile geleni kendine meftun eden, bu yüzden de sanatçısından sefahat düşkününe, emeklisinden marjinaline kendilerine farklı bir hayat kurmak isteyen insanların yerleştiği bir yer.
Herkes gönlünü çelen yere yerleşmiş ama uzaklık köyler arasında pekişen dostlukları engellememiş. Philippe ile örneğin Lacoste’da yaşayan ve yeşil elli olduğu, bir bakışta içinde Roma havuzu olan, çiçeğin en nadirinin duvarlara tırmandığı, on sekinci yüz yıl Cevennes saksıları içinden ortancaların fışkırdığı bahçesinden anlaşılan Danielle’e gidiyoruz, bir akşamüstü içkisine.
Oradan çıkıp otuz kilometre ötedeki Saignon’da yaşayan ve evi heykelleri için sağdan soldan topladığı atıklarla dolu Laurent ile buluşmaya.
Kendine mekan olarak Dora Maar’ın Menerbes’deki evinin yanını seçen antikacı Anne Marie ile öğle yemeği yiyip İkinci Dünya Savaşı süresince Beckett’in mesken tuttuğu ve yaz mevsiminin daha çok başında olmamıza rağmen turist otobüslerinin doldurduğu aşı boyası rengi Roussilon’a, İsveçli ressam Lars ve eşiyle tanışmaya...
Bu insanların hiçbiri gergin değil. Hiçbiri kendini olduğundan fazla göstermiyor. Ne iseler öyleler ve hayatlarını doğa ile mutlak bir ahenk içinde sürdürüyorlar. Gene bu insanların hepsi Luberon’u kendilerine ikinci vatan olarak seçmiş kişiler.
Yaz kış orada yaşadıkları için, Akdenizli olmalarına karşın pek de sıcakkanlı sayılmayacak yerli halk tarafından da sevilip benimsenmişler. Onlara yerleşik yabancılar deniyor ve hoyrat geçen yıllardan sonra buldukları huzuru bozabilecek her girişime kafa tutabildikleri için lafları dinleniyor.
Örnek mi? Pierre Cardin’in aldıkta almasına gösterdikleri tepki...
Pierre Cardin, Marquis de Sade’ın şatosuyla yetinmeyip köy bakkalına kadar yirmiden fazla mekan alınca, dur demişler!
Bundan birkaç yıl önce Lacoste’un tepesinde yükselen ama yıllarca el sürülmediği için ha yıkıldı ha yıkılacak durumdaki tarihi şatoyu Pierre Cardin satın almış. Her ne kadar Marquis de Sade’a ait bu şatonun Pierre Cardin gibi yeteneğini paraya çeviren, ama para tatlı geldiği için dehasından vazgeçip sıradanlaşan bir modacı tarafından satın alınması içlerine sinmemiş ise de şatonun sonunda onarılacak olması biraz olsun yüreklerine su serpmiş. Ama seksenbeş yaşında olmasına rağmen dünyevi hırslardan nebze arınmamış modacının, şatonun ardından bir ev onun da ardından köy bakkalına varana dek yirmi küsur mekan edinmesi bardağın taşmasına yetmiş de artmış.
Yaz aylarında düzenlediği festivalin ucuz, birlikte dolaştığı ve yeğenlerim dediği ekürinin kıkırdak, yaptığı onarımların kötü zevk örneği, dayattığı yaşam biçiminin huzurları tehdit edici olduğunu düşündüklerinden, köyün en yoksulu sayılabilecek kişiler bile evlerine değerinin yüz katını öneren bu Parisli züppeye hayır demeye başlamış. Bu da yetmemiş, iş yerleşik yabancıların da katkılarıyla iki tarafın da birbirini suçladığı televizyon programlarına, toplanan imzalara Le Monde gibi ciddi gazetelerde yayımlanan makalelere dayanmış. Henüz galip-mağlup yok ama saflar belli: Birinin parasına karşılık diğerinin dünyası...
Tam da bu hikayeyi dinlediğim gün Gökhan Avcıoğlu’nun Kuum için kurduğu hayali anlattığım geçen haftaki yazı ile boğuşuyorum, düşündüm de bizim illerle burası arasındaki fark tek kelimeyle uçurum.