CUMARTESİ akşamı birdenbire karşımda görünce çok şaşırdım.
Zaman zaman bir kahve içmeye uğrar ama bu kez haber vermeden gelmişti. Her zamanki gibi ellerimi çırpıp ismini haykırdım, boynuna atıldım. O da her zaman ki gibi “Soyadımın a’sını uzatmadan söylüyoruz” dedi ciddi bir tavırla, sevgiyle yüzümü avuçları arasına aldı, gözlerime baktı... Oyun arkadaşı bulan çocuklar gibi avuçlarının arasından sıyrıldım, ellerinden sürükledim tutup, “Hadi mutfağa” dedim sevinçle, “Kahve hazırlıyordum ben de, ama içime doğmuş gibi fazladan bir fincan çıkarmışım bak... Gerçi ben her akşam böyle yalnız...” Dudaklarımı bükmüştüm ki sözümü kesti: “Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar.” “Haklısın, herkes yalnız aslında bu zamanda” dedim. “İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.” “O kadar da değil canım, herkes bir insana ihtiyaç duyuyor, herkes eninde sonunda geç de olsa bir aile kurmak istiyor, bunun için çaba harcıyor, izdivaç programlarını bir görsen ağlarsın.” “İnsanlar birbirinin maddi yardımlarına ve paralarına değil, sevgilerine ve alakalarına muhtaçtırlar. Bu olmadıktan sonra, aile sahibi olmanın hakiki ismi ‘bir takım yabancılar beslemek’tir.” “Kimse yıllarını bir insanı tanımaya harcamakla geçirmek istemiyor, ilk otuz saniyede beyinde nasıl bir intiba oluşturursa işte.” “Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rastgeldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?” “Neden olacak başkaları bizi birkaç dakikada yargılamadan önce biz yapıyoruz bunu, hayal kırıklığına uğramamak, acı çekmemek için.” “Bütün teessürlerimiz, hayal kırıklıklarımız, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?” “Benim için mümkün. Kolayca kırılabiliyorum, üzüntülerim açık yara gibi sürekli kanatıyor ruhumu.” “Kadın sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilemeyen arzulara üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara yanıyor ve bunlar ona aşk çehresi gibi görünüyor.” “Peki sence nedir aşk?” “Tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka... Aşk bence bu, istemektir. Mukavemet edilmez bir istemek!” “Nereden anlayabilirim ki doğru insanı istediğimi?” “Bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu. Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk.” “Bulmak bile yetmiyor, cesaret gerekiyor.” “Dibinde bir ejdarhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.” “Sahi” diyorum, “Bugün 2 Nisan. Kaç yıl oldu sen gideli?” Düşünüyor sesli... “1948... 2011... 63” diyor Sabahattin Ali “63 yıl olmuş...” Yara izlerine bakıyorum, yanık saçlarına... O saatine bakıyor. “Şimdi ben gidiyorum. Fakat ne zaman çağırırsan gelirim.” “Nereye çağırırsan gelirim!” Gidiyor...
SAKINCALI PARAGRAF
Ankara’da, Eskişehir yolundaki Armada AVM’nin karşısındaki yola taşmış demir yığını daha ne kadar ve hangi amaçla orada kalmaya devam edecektir sayın Melih Gökçek? İster uzaydan ister caddenin karşısından bakın Kongre merkezi, otel, otopark, metro, postmodern sanat eseri birşeye benzetmeye çalıştığım ama hiçbirşeye benzetemediğim bu yığını görmekten biz bıktık, siz bıkmadınız mı?