Paylaş
İsmi anons edilince sanki yeni doğmuş bir bebeğin çığlığı gibi...
Taptaze ve bütün saflığıyla geldi.
30 yıl çalışmış. Rozetini Aydın Doğan’dan alacak.
İşte kısa adımlarla gelip yanında duruyor.
Ve Aydın Bey elini omzuna atıp diyor ki...
“Bu arkadaşım bu memleketin evladıdır... İyi tanırım.”
Ve sonra bir babanın evladına sarıldığı gibi sarılıp öpüyor.
Heyecan dorukta.
O ise 30 yıllık emeğiyle...
Sahnede tam bir heyecan kilitlenmesi yaşıyor.
Bir heykel gibi kaskatı.
Bir duygu heykeli...
Bir heyecan büstü...
Ve öylece.
30 yıllık hayatını bir Hürriyet rozeti olarak...
Göğsüne bir madalya gibi takıp sahneden iniyor.
Yemyeşil bir bahçede Hürriyet’in yeni binasında 64’üncü yılını kutluyorduk ki...
Ben o duygu heykeline bakarken hatırladım.
İki ay önce, İzmir’de Hürriyet’in Ege bayileriyle yemek yiyorduk.
Gece yarısına kadar sürmüştü sohbet...
Gazetenin vitrinindeki yazar-çizerlerin arkasında nasıl meşakkatli bir hayat olduğunu konuşuyorduk.
İşte tam o sırada...
Durdu, iki elini açtı ve o kadar içten bir bakışla dedi ki:
- Fatih Bey, biz Hürriyet bayisiyiz. 30-40 yıldır bu gazeteyi her sabah annemizin ördüğü bir dantel gibi götürüp okuyucunun önüne koyuyoruz.
Dantel gibi... Dantel gibi... Dantel gibi...
Öylece kaldım. Sonraki sözlerini duymadım bile.
Saplanıp kaldım o tanıma.
İçimde bitmeyen bir yankıya dönüştü o cümle: “Annemizin ördüğü bir dantel gibi...”
Bir gazete için bundan güzel bir tarif var mıdır?
Ne güzel bir sahiplenme.
Nasıl bir hissetmedir ki...
Bir gazeteyi annesinin ördüğü dantel gibi görür?
Ertesi gün Tijen Mergen’e önerdim:
“Neden Hürriyet çalışanlarına verilen yıl rozetleri bayilere verilmez...”
Pazartesi işte o dantelin 64’üncü doğum günüydü.
Hürriyet dantelinin rozet kucaklaşmasını yaşadık.
Bana göre Türkiye’nin en köklü geleneği olmuş bu tören.
Her defasında yeniden doğar gibi...
Her doğum gününde gençleşen bir yaşlanmanın sırrı olarak...
“Hürriyet Danteli”dir bu.
40 yıl, 35 yıl, 30 yıl, 25 yıl, 20 yıl, 10 yıl...
Çalışanlara alın teri rozeti veriliyor.
Alkışlarla, kimi zaman gözyaşlarıyla veriliyor.
Yeni binamızda...
Ve yeni dünyamızda...
Yemyeşil bir bahçede...
Bir büyük ailenin en kadim geleneğidir bu.
Doğum günü ve rozet kucaklaşması...
Nedendir bilmem...
O gece kim konuşsa sesi titriyordu. Ama heyecandan değil...
Duygudan titriyordu.
O kadar çok şey aynı anda olmuştu ki...
Biz bile hâlâ şaşırıyoruz yaptıklarımıza.
Türkiye’nin en büyük gazetesi Hürriyet.
Avrupa kıtasının birincisi olan bir hürriyet.com.tr...
Ve dijital dünyada yepyeni arayışlar. Bütün bunların hepsini bir araya getirdik.
3 yıl sürdü bu macera.
Ve hâlâ sürüyor.
Belki de o yüzden...
O gece kim mikrofonu eline alsa yaptıklarımızın üzerine titrer gibi...
Sesi titriyordu.
Uzun zaman nasıl anlatacağız bunları diye düşündüm. Ama ben şimdi hiçbir tevazu göstermeden anlatıyorum o titreyen seslerin arkasındaki macerayı.
Kimler yoktu ki bu macerada.
Vuslat Doğan Sabancı’nın inanılmaz pozitif enerjisi...
Sevgili arkadaşım, kardeşim Enis Berberoğlu...
Bir kuyumcu titizliğiyle nasıl ördü yeniden bu dantelin künyesini.
Dijitalden kâğıda her iki dünyada da yelken açmış bir Ahmet Dalman...
40 yıllık Fikret Ercan...Aydın Bey’in hatırlatmasıyla “Efsane Arap”...
Baktım. Sahnede 40 yılını anlatırken onun da sesi titriyor.
40 yılı anlatıyor. Çocukluğundan başlıyor. 40 yıl geçmiş ama hâlâ bir çocuk tazeliğinde. Baktım titreyen sesindeki ruh hepimizden daha genç.
Yanımda Ayşe Sözeri Cemal 20 yılının kolyesini, büyük bir gururla Dursun Ali Yılmaz’a taktırıyor.
O sırada Enis konuşuyor o da öyle. Sesinde bir titreme.
Vuslat Hanım yine öyle.
Sonradan düşündüm de...
- Neden titredi o gece sesimiz?
Çünkü o kadar büyük şeyler yapıldı ki...
- Hepsini anlatırsak, acaba kendimizle çok mu övünmüş oluruz korkusu titretiyordu sesimizi.
Tevazunun titremesiydi bu.
Ama ben yazarken dinlemiyorum o tevazu filtresini. Anlatıyorum olanları. Mesela Zürih’te dijitalle kâğıdı birleştirmiş bir gazetenin önünde beklerken.
Sakin bir Zürih sokağında yürürken Ezgi Başaran’ın İrem Köker’e yaptığı espriler.
Şimdi hürriyet.com.tr’nin başına geçen Bülent Mumay’ın heyecanı.
Tablet’in kurucusu Emre İskeçeli’nin dikkatli ama cesur çizgileri.
Londra’da Times Nehri’nin kenarında bir kafede İngilizlerin garip bakışları altında...
Ne yaptıkları belli olmayan Türkler olarak bağıra bağıra aldığımız kararlar.
Ve Erhan Acar... Bana interneti öğreten data sözlü kardeşimin vizyonu.
Şimdi bir masanın etrafında ve yemyeşil bir bahçede. Doğaner Gönen’den Ayça Aktan’a...
Tufan Türenç’ten Arif Dizdaroğlu’na...
Necdet Doğan’dan Banu Tuna’ya, Cansu Çamlıbel’den Yücel Arı’ya...
Gazetenin yeni dümencisi (koordinatörden daha güzel geldi dümenci sözü) Emre Oral kardeşimin o sakin, sabırlı ve kararlı duruşuna.
Ve gazetenin künyesinde ve kalbimizde olan herkese kadar.
Bir masanın etrafında ve yemyeşil bir bahçede...
Kâğıttan dijitale uzanan yepyeni bir dünyada...
Doğum sancılarıyla sarsılan maceramızda yeniden doğuyoruz.
Model’in müzikleriyle dans ediyoruz. Dans ettikçe yeniden doğuyoruz.
İşte o gece...
İçimden ve en yüksek sesimle dedim ki...
Matbaadaki kardeşimden en ücra beldedeki meslektaşıma kadar ortak noktamız şudur:
- Bayide son nokta...
- Haberde son dakika...
Hürriyet Dünyası kutlu olsun...
Paylaş