Bir umut daha var

İŞTE yine söylüyorum;

Haberin Devamı

Leyla Zana’nın son çıkışı;

Belki de Kürt siyasetinden gelen ilk ve en önemli sivil çıkıştır.

Tümüyle PKK’ya endeksli olmayan sivil iradedir.

Bu nedenle çok değerlidir.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Zana’yla görüşüp, görüşlerini büyük bir nezaket ve samimiyetle dinlemesi;

Son dönemde sararan, kuruyan umut tarlalarını yeniden yeşertmiştir.

Ve şu söz:

“Daha kaç kuşak öleceğiz?”

Bu sözün bir ırkı yoktur. Bu söz ne Türk ne de Kürt’tür.

Çünkü cennetin de, cehennemin de ülkelere göre sınırları, ırklara göre nüfusları yoktur.

Eğer temel aldığımız esas “herkesin inancına, diline, kültürüne göre yaşama hakkı”ysa, Zana’yı dinleyeceğiz.

Ve o Zana da sözün öteki yakasındaki kalbi dinleyecek...

Silahtan, cepheden, tetikten uzakta, demokrasi ve sivil irade arıyorsak eğer;

Dinleyeceğiz.

Umarım Başbakan Erdoğan ve Leyla Zana’nın açtığı bu diyalog kapısı sabote edilmez.

Çünkü birileri, silah ticaretinden, uyuşturucudan büyük paralar kazanıyor.

- Mesela daha ne kadar insansız uçak alacağız?

- Ne kadar mayın, top, mermi alacağız?

- İnsani sorunlara karşı insansız uçaklar göndererek nereye varacağız?

- Sorunlara nişan alarak nasıl çözeceğiz?

Umut silahla gerilen “tetikte” değil;

Sivil iradeden gelen “etikte” olsun.

Haberin Devamı

İKİNCİ YAZI:

Eskiden biz korkuyorduk şimdi onlar yasaklıyor!

BU defa Berlin’de çok daha iyi anladık ki;

Yıllardır birbirimize fısıldadığımız kuşku;/images/100/0x0/55eb2850f018fbb8f8af0b69

Bu defa Berlin’de resim olup arkamızdaki perdeye yansıdı.

Türkiye’nin AB üyeliğindeki katılım komitesindeyiz.

Konu:

Türkiye’nin imajı ve AB üyeliği.”

Avrupa’nın birçok yerinden sivil toplum kuruluşu temsilcileri gelmiş.

Sahne muhteşem...

Katılan temsilciler Türkiye’nin AB üyesi ülkelerdeki imajını anlatacak.

Önce açılış konuşmasını yapan başkan çıktı.

Ve dakikalarca Türkiye’yi övdü.

Sonra İsveç’ten gelen temsilci Türkiye’yi övdü.

Ve diğer temsilciler; Türkiye’nin modern yüzünü anlatıp Türkiye’deki ekonomik gelişmeleri övdüler.

Ardından Bakan Egemen Bağış geldi kürsüye.

Tam; “Türkiye’de inanç farklılıklarına saygı vardır. Kiliseler, havralar açıktır. Özgürce ibadet edilir.” diyordu ki...

Tam; “112 yıldır açılamayan kiliseleri açtık. Akdamar Kilisesi’ni açtık. Ermeniler orada ayin yapabiliyor. Sümela Kilisesi açıldı. İstanbul bütün dinlerin buluştuğu bir dünya kentidir” diyordu ki...

Gözüm perdedeki resme takıldı.

Bağış’ın hemen arkasındaki perdeye yansıtılmış kocaman bir fotoğraf...

Resmin altında şöyle yazıyor:

“Türkiye’nin imajı ve AB üyeliği.”

İşte tam o sırada dikkatimi çekiyor slayttaki resim.

Karanlık bir zeminde bir Türkiye manzarası.

Elbette İstanbul olduğu anlaşılıyor.

Saydım tam 8 tane minare. Birbirinden uzakta iki tane camii var. Türkiye imajı diye bu resim var. Başka bir şey yok.

Ama nedense karanlık bir imaj. Sözde bir siluet gibi...

Üstelik camilerin hangi cami olduğu da belli değil.

Ne Sultanahmet, ne Süleymaniye.

Ne de gölgesinde güvercin kanatlarının uçuştuğu Yeni Camii.

Bir karaltıyla birleşmiş minareler, kubbeler. Başka bir şey yok.

Ve altında “Türkiye imajı” diye başlayan o cümleye bakıp;

Kendi kendime sordum.

Acaba ne yapmak istiyorlar?

Neden böyle bir imaj, böyle bir resim seçilmiş.

Nerede Süleymaniye’nin ihtişamı.

Nerede kubbelerinde güneşi batırdığımız Sultanahmet?

Nerede Topkapı Sarayı’dan Kız Kulesi’ne doğru uzanan o İstanbul manzarası?

Nerede kiliseler, havralar?

Neden acaba oraya bir kısa film koymadı Türkiye’yi çok öven o ev sahipleri?

Mesela Boğaz’ı o muazzam akışıyla gösteren;

Mevlana’dan, Efes’e;

Ege’den Harran’a, Mardin’den Sümela’ya;

Ve Ulus Sun-Set’ten bir güneş batışına kadar bir film neden yoktu?

Berlin’de bir kez daha anladım ki...

Ciddi şekilde korkuyorlar. Çekiniyorlar.

“Anneciğim Türkler geliyor!” sancısı;

Ne yazık ki, bir din fobisine de dönüşmüş.

Bir sevgi ve kalp dini olan İslamiyet’in o muazzam mimarisini, Sinan dehasını;

Türkiye’den gelen tek kanallı bir korku imajı gibi yansıtmak;

İstanbul’u tarihinden ayıran, İstanbul’u özgürlükler ve farklılıklarından kopartan bu korkunun bize anlattığı gerçek şudur:

-Bir zamanlar biz ne durumdaysak;

-Belli ki şimdi Avrupa da o durumda.

-Kiliselerden korkup kapattığımız yıllar.

-Komünizmden korkup kitapları, düşünceyi yasakladığımız yıllar.

-İrticadan korkup;

-Cami cemaatini tehdit, başörtüsünü isyan bayrağı zannettiğimiz günler...

Şimdi Avrupa’da hortluyor.

Genişlemekten, zenginlikten, farklılıktan korkuyorlar.

Ve işte böyle bir korkuyla daralıyorlar.

İnsanlık tarihinin en büyük kültür atlası.

Keşiflerin, maceraların öncü kıtası.

Sartre’dan Nietzsche’ye... Mozart’tan Leonardo’ya...

Sophenour’dan Kant’a... Kristof Kolomb’dan Cold Play’a kadar;

Özgürlük takviminin her türlü soruya açık olarak yazıldığı Avrupa;

Ne yazık ki bugün böyle bir korkuyla daralıyor.

Haberin Devamı

İĞNEYİ KENDİMİZE BATIRMAK

Tamam perdeye yansıtılan o fotomontajı eleştiriyorum.

Diyorum ki:

Mimar Sinan’ın İstanbul’unda camiler öyle gözükmez...

Eğer perdeye bir İstanbul silueti yansıtılacaksa;

Diyorum ki:

Topkapı’dan Saray Burnu’na uzanan o resim.

Süleymaniye’den Sultan Ahmet’e yansıyan o fotoğraf var.

Kiliseler, havralar var.

Diyorum ki:

İstanbul bütün dinlerin buluştuğu bir tarih başkentidir.

Peki biz bunun için ne yapıyoruz?

Çuvaldızı kendimize batırırsak eğer;

Mesela Berlin’deki Türk mahallesinde, kaldırımlara saçılan çöpleri ne yapacağız?

Avrupa’nın en büyük korkusu “gettolaşma” bu değil mi?

Bütün bunları topladığımda ağır bir sancı çıkıyor ortaya...

Evet; perdeye yansıtılan imaj bize ait değil. Onların korkusudur bu imaj...

Peki elinde sigara korna üstüne korna çalan;

Yazılmamış kitabı toplatan;

Uzun tutukluluk süreleri nedeniyle Avrupa’daki her oturumda karşımıza dikilen; Geciken adalet sorgusuyla;

Ve yere tükürüp, sıraya girmeyi bilmeyen halimiz ne olacak?

Yani bizim vicdanlarımızdaki perdeye yansıtmaktan korktuğumuz kendi imajımız ne olacak?

Yazarın Tüm Yazıları